Pazartesi, Temmuz 7, 2025
Hikayemakale

80 Bin Köpeğin Elim Katli.

Okuyacağınız bu hikaye, tamamen gerçeklenden teşekkül etmektedir. Hikayenin kahramını olan Fahri Amca’nın torunun kızı tarafından yazara iletilmiş, birkaç ufak değişikliğin dışında aslına tamamen sadık kalınmıştır.

1. Bölüm, Nefes her canlının hakkı.

Fahri amca bir  elinde günün mecmuasi, bir elinde çayı ile her sabah yaptigi gibi nalbur dükkaninin önünde oturyordu. ”Bu yaz hava normalinden çok daha sıcak”, diye düşündü. Hatırladığı hiç bir sıcağa benzemiyordu bu sıcak. İnsanın iliklerini eriten, iştahını kesen, uykuları zehir eden bir sıcaktı. Oturduğu tabureye iyice kurululan Fahri Amca, mecmuasını okumaya başladı. En baş haberde Fransız hariciye nazırı ve kalabalık bir heyet Istanbula gelmişti. Hatrı sayılır derecede memlekete para getirecek olan ticari anlaşmalar yapacak olan Fransızların saray şürekası tarafından nasıl da güzel karşılandığını anlatan bu haberi okuyup bitirince, içinden bir kere daha, ‘çok sıcak’, dedi. Güneş, gölgesinde oturğu ağaçtan kurtulup Fahri amcanın ağarmış sakallı yüzüne vurmaya baslayınca içeri girmek için ayağa kalktı. O anda o fakir semtin , o fakir esnaf sokağanın daimi müdavimi Arap ile Rus geldi. Mahelleli ve esnaf, simsiyah renginden dolayi bu minik köpeğe Arap, kızıl renginden dolayı da biraz büyükçe olan diğer köpeğe Rus ismini takmıştı. ‘Su ister şimdi hayvanlar’, dedi içinden ve hızlıca babasından kalan nalbur dükkana girip, karısı Kadriye hanımın sabah işe gelmeden eline tutuşturğu testiden bir tas su koydu. Getirip kapının önüne koyduğunda, hayvalar çölde vaha arayan bedevi susuzluğu içinde kapısına gelmişti bile. Fahri amca bunu yıllardır kesintisin her gün yapıyordu. Su verirdi köpekelere, kedilere ve muhtaç olan fakir fukaraya. Ayırım yapmazdı hayvan ile arasında, zira bir şekilde yaşayan her canının kıymetli olduğunu, ve eşit kıymette olduğunu düşünüyor, Allah’ın nefes üflediği canlılar arasında herhangi bir kıymet farkı yarattığına ve yaratacağına katiyen inanmıyordu. Arap ve Rus susuzluktan Sahra çölü gibi kurumuş bedenlerini yeniden canlandırmak için suyu içmeye başladığında Fahri Amca, ‘ne olacak bu sıcakların hali’, diye geçirdi içinden. Kafasını kaldırıp derme çatma bir şekilde karşılıklı dizilmiş envai çeşit malzeme satan dükkanların bulunduğu kadim sokağa baktığında, esnaf ahalisinin ekmek kavgasına yavaş yavaş başladığını gördü.

Fahri Amca, öğlene kadar siftah yapmadı. Bir ara karşıdaki caminin şadırvanına gidip abdest tazeledi. Şadırvanın suyu daha önce hiç olmadığı kadar kısık akıyordu çünkü aylardır İstanbul’a bir damla yağmur yağmamış, kavurucu sıcaklar dağı, taşı, ovayı kurutmuştu. Namazını küçük dükkanında kıldıktan sonra sefer tasını çıkarıp yemek yemeye başlayacağı anda Arap ile Rus yine geldi. Hayvanların sıcaktan dilleri papuç gibi dışarda, nefes alamakta zorlanıyorlardı. ‘Susadılar tabi bu sıcakta, deve bile dayanmaz bu susuzluğa köpek nasıl dayansın?’ Tekrardan bir kaseye su koyup önblerine koydu ve hayvanlar daha önce hiç su görmemiş gibi tekrardan kuru dilleriyle bedenlerine nefes almaya başladı. İnsanlar hadi neyse, bir yolunu bulup ekmeği suyu buluyor, en azından bir birilerine dertlerni anlatıp yardımda dilenebiliyorlar, peki ya şu gariban hayvan ne edecek? ‘Bakmak lazım hayvana, esirgemek lazım bir yudum duyu, bir lokma ekmeği. Hem Allah yarattı diye değil, sırf bir nefesi var diye, o nefes kesilmesin diye göz kulak olmak lazım. Köpekler kendilerine verilen suyu içtikten sonra önlerine konulan diğer tastan ekmek kırıntıları ve peyniri yerken Fahri Amca esnaf sokağına şöyle bir baktığında içi daraldı. Sıcaktan bunalan ahali çarşıya inmeyince, esnaf kafasını dükkanının içinden çıkarmayınca ortalık inlere ve cinlere kalmış, bu kadar açık alanı yakalayan in ve cinler hemen karar verip, top koşturmaya başlamışlardı. Sefer tasına kaşık daldırırken Fahri Amca’nın kafasının içinden işte bu ve buna benzer birçok düşünce geçmekteydi.

2. Bölüm, O kadim soru; Ne Olacak Bu Memleketin Hali?

Kadriye Hanım her zamanki gibi ilgi ve alaka ile dinliyor Fahri Amcayı. ‘Fransızlar diyor, Osmanli hükümeti diyor, Sıcaklar diyor. Istanbul fakirleşti hanım, eski şatafat kalmadı.Tüm gün siftah bile etmedim var hesabını sen yap. Ecnebi diyarlari sanayiyi buldu etti, biz yetişemedik herhal hanım, açıkta kaldik. Ittihatçılar gelip gücü ellerine aldıklarına belki bir şey düzelir dedik ama onlarda ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Ne olacak bu memlektin hali?’ Ah o kadim soru ah. Ne olacak bu memleketin hali..? Kadriye Hanım hic karşlık vermedi. Zaten hiç karşılık vermezdi. Fahri Amca, memleketin bin bir derdini anlatır, ahalinin perişan vaziyetinden dem vurur, Kadriye Hanım can kulağıyla dinler, ara ara içi kederle ve hüzünle dolar ama asla tek kelime edip karşılık vermezdi. Dinlemek, bazen söyemekten daha zordu ya, Kadriye hanım zoru becerenlerdendi. Yemeklerini yiyip çaylarini içtiler. ‘Çok sıcak’, dedi Fahri Amca. ‘Çok sicak’, diye tekrarladı Kadriye hanım.

Ittihak ve Terraki cemiyeti iki senedir ülkeyi yönetiyor, Osmanlı saltanati kısmen sona erdirmiş, Avrupa ve batı tarzı yaşam şeklinin ülkeyi iflah edeceğini iddia ediyorlar, bu yönde adımlar atıyorlardi. Osmanlı Sultanı tarafindan sürgüne gönderilmiş, yada tahsil için gittiği Avrpu’da yaşamış ve geri dönmüş bu batı yanlıları ülkeyi olduğundan daha kötü bir hale getirme mucizesini gercekleştirmeyi bir şekilde becermişlerdi. Ittihat ve Terraki cemiyetnin her ne kadar demokrat, humanist ve halkçı olduklarından zerre şüphe olmasada, bazı şeyler, bazı topraklarda gercekleşmez. Ne yaparsaniz yapın, ne ederseniz edin bazı şeyler kemik gibidir, değişmez. Fahri Amca sormakta haklıdır velhasıl, ‘Ne olacak bu memleketin hali? , diye.Bugün hala o kadim soruyu hemen hepimiz sormuyor muyuz? Ne olacak bu memleketin hali?

Yıllardan 1910, aylardan temmuz ve saatlerden daha sabah ezanına var, şehirlerden İstanbul, semtlerden fakir bir semt, evlerden Fahri Beyin evi. Fahri Amca uykusundan fırlayarak uyandı. Birçığlığa uyanmıştı. Kadriye hanımın uykusu ağır, ‘yat efendi dedi daha sabah okunmadı.’ ‘Hanım’, dedi, kalk sokakta bir şeyler oluyor. Zar zor kalktılar yataktan ve temkinli bir şekilde pencereye dogru yanaşıp perdeyi hafif araladıklarında ki ne görsünler, 15-20 adam ellerinde çuvallar ve demir saplı, halkaları olan değneklerle köpekleri boyunlarından yakalayarak topluyorlar. Şaşkın şaşkın baktılar bu acayip hadiseye. Fahri Amca toparlandı bir müddet sonra, üstüne bir şeyler giyip koşar adım dişarı atti kendini. Nedir bu ahval diye çenesi titreye titreye adamlara doğru bağırdı. Sesi kısık çıkmıştı. Boğazı kurumuştu ve hava cok sıcaktı. Adamlardan biri Fahri Amcayı görüp ona dogru yürüdü ve yürüken konuştu, ^’Fahri bey amcacığım, hükümet kanun çıkardı, bu sokak köpeklerini Fransaya götürmek üzere topluyoruz. Fahri Amca anlamamış gibi aval aval adamın yüzüne bakinca adam, ‘Duymadınmı Fahri Bey Amca, kanun diyorum kanun. Hangi güç yeter kanunun karşsında durmaya? Fahri Amca’nın zihninde bir birini kovalayan tilkilerden nihayet bazıları biribirne yaklaştı, biraz daha zorlayınca zihnini bazı tilkiler çarpıştı ve nihayet son on gündür okuduğu ve duyduğu havadisler meselenin ne olduğuna dair kendisine bir iki ip ucu verdi. Fransızlar… Köpekler… Ticaret… Sonunda elinde halkalı değnekle duran hırpani genç adama çıkıştı. ‘Yahu Arap ile Rus bu mahellenin çocugu gibidir, hırsızı, arsızı kovalar bu köpekler yeri geldiğinde. Bırakın hayvanları biz bakarız ne kanunu be adam? Birkaç mahelleli gürültüye dışarı çıkıp, bir şeyler söylediler ama köpek topyalan adamlar, devlet emretti herkes evine diye çıkışınca enselerini kaşıyarak evlerine döndüler sessiz sedasız. Bu memleketin insanı devletinin sözünü hep dinler. Yeri geldiğinde saygısından, yeri geldiğinde değneğpin korkusundan. Beride duran adam yanaştı Fahri Amcaya doğru, ‘Benim ben’, dedi mahellenin bekçisi Sami Kerim. Fahri Amca benim Sami, tanımadın mı? Devletimizin kararıdır, kanuna uymak gerek. Hem hayvanlar burda sefil halde. Yağmur yağmadığından su sıkıntısı baş gösterdi. Yakında bırak hayvanı insana su yetmeyecek. Sıcaklar fena vurdu memleketi biliyorsun. Frenk tüccarlar götürecek hayvanları, devletimiaz öyle uygun görmüş. İttihatçılardan bizzat kulağımla duydum, bu Frenk diyarında köpek ve kedilere kendilere kendi çocukları gibi bakıyorlarmış. Zorluk çıkarma Fahri Bey Amca bize sabah sabah. Sevgimiz saygımız sonsuz sana karşı ama devletin, kanunun önünde durmak seni de beni de aştığından, hukuğumuza bir zeval getirme.’ Dedi ve bir sonraki köpeği yakalamak için tekrar sokağa daldı.

Fahri Amca düşünceli bir şekilde eve geri geldi. Meraktan çatlarcasına karşısında duran Kadriye Hanıma durumu anlattı. ‘İstanbul’un tüm sokaklarında sabaha kadar köpek toplanacak, bir tane bile bırakmayacak, hepsini Fransaya götürecekler. Bu İttihatcilar yokmu? Ahh ahhh gittiler Avrupa gördüler de… Medeniyet dedigin böyle bir şeymis de sözde bunlar da onlar gibi yapacak he? Ne zazarı var köpeğin sokakta olmasına he hanım? Yemek verir ahali, su verir. Neyse, sabah ola hayrola. Kadriye Hanım, uykusu ağır olduğundan tekrar yattı ama Fahri Amca sabah ezanina kadar uykusuz dolandı durdu evin içinde. Ters olan bir sey vardı bu işte ya, sabaha çıkardı kokusu. Elin Frenk’i ne yapacak bunca köpeği? Kocaman devletin uğraşacak meselesi mi bitti de kediyle köpekle uğraşacak hale geldi?

3, Bölüm, Kollektif Cinnet Hali.

Sokaklar her zamankinden saha sakin, sıcaklar her zamankinden saha zalim iken, sokaklarda tek bir tane bile köpek yoktu Fahri Amca nalbur dükkanını açarken. Küçük bir çocuk baştan aşağı tere batmış halde mecmuasını getirip verdi. Fahri Amca çocuğun eline bir çeyrek akçe sıkıştırıp gönderdi ve acele ederek mecmuayı okumaya başladı. Dün gece yaşanan havadisle alakalı tek bir haber yoktu mecmuamda. Şastı kaldı. Sonra kendine güldü. ‘Yahu bir kac sokak hayvanını kim haber eder be adam?’ Sicak iyice bastırınca, içeri girdi. Öğle ezanı okunmadan şadırvana gelip geldi abdest aldı. Namaz bitince camiden çıkan Fahri Amca, cemaatten bazılarının caminin avlusundaki koca çınarın gölgesine sığınmış koyu bir mubabette olduğunu görünce yanlarına yanaştı. Kalabalıktan biri konuşuyordu;

-Evden camiye kadar kaç sokak geçtim, Allah sizi inandırsın her taraf kan gölü . Digeri, H’e ya yakalayamadıkları hayvanları vurmuş köpoğlu köpler.’ Bin tane adam dün gece sabaha kadar kökpek toplamış İstanbul’da.’ Dedi başka bir adam. Bir diğeri, ‘Hangi bin efendi, hangi bin? Beş bin adam görevlendirmiş Talat paşa, sabaha tek köpek kalmasın demiş, yaa.’ Bir diğeri söze girdi hafif temkinli halde, , ‘Efendiler fena da olmadi yahu.. Sokakta sefil sefil geziyorlar, yeri geldiğinde çocuğada, kadında zarar veriyordu uyuz hayvanlar. Kuduzu var hastalığı var.’ Bu sözlerden cesaret alan bir başkası, ‘He ya doğru dedin vallaha bak, sokaklardan itten geçemez olmuştuk. Hem değiversen hayvana gitti abdest. İyi oldu iyi.’ Kalabalığınn en yaşlısı uzun beyaz sakalı ve titrek çenesiyle lafa girdi, ‘İyi hoş söylersiniz de efendiler, o hayvanı da Allah yaratmadı mı? Gözümün önünde canlı canlı beş tanesini bir çuvala koyup, bu cehennem sicağında zulm etmek nedir ? Allahtan korkmadınız anladık, tamam da insandan mı hiç ar etmediniz ?’ O an o caminin avlusunda konuşulan ne varsa, tüm Istanbulda da konuşuluyordu. Ahali birçok mevzuda olduğu olduğu gibi bu mevzudada ikiye ayrılmış, kimi bu hastalıklı, uyuz ve saldırgan köpeklerden kurtulmanın iyi olduğunu söylerken, kimi bunun toplu halde akıl hastalığına yakalanan bir memleketin zalimce bir eylemi olduğunu söylüyordu.

4.Bölüm, İşin Aslı

İsin aslı, Dahiliye nazırı Talat Paşa, Fransızlar ile bir antlaşma yapmıştı. Son 20 senedir Fransa’da kozmetik piyasası almış başını gitmiş, parfüm, ruj, makyaj vesaire vesaire derken mesele tam bir kollektiv çılgınlık boyutuna varmıştı… Bütün bu sözüm ona güzellik malzemenin yapımında ise hayvansal yağlar kullanılıuordu ya işte bizim hikayemizin en kederli tarafı budur. Malzeme parlak görünsïn diye dozmuz ve köpek yağı bu iş için en ideal olanıymış. Bu kozmetik işinin erbabı olan büyük şirketler uzuca köpek almayı akıl etmiş, Mısır, Mağrib ve diger kuzey Afrika ülkerinden binlerce köpeği getirip özel mezbahalarda , et, kemik ve yağ olarak ayırıyorlarmış. Frenk tacirler ahalinin tepkisini çekmemek için mevzu bahis ülkelerden sınırlı sayıda köpek satın alıyor, ve yönünü başaka bir memlekete dikmiş ve tahmin ettiğiniz üzere bir sonraki hedefi Osmanlı Ülkesi olmuş. Zira Osmanlı sokak köpeğiyle doluydu ve iştahı kabaran Frenk tacirler Fransız hükümetinin desdeiğinide alarak gözünü İstanbul sokaklarına dikmişti.. Sokakta köpek istemeyen Terraki Cemiyeti sözüm ona aydınları, ve ucuz köpek isteyen kozmetik kapitalistler için bu anlaşma gayet tabii ki çok kârlı olacaktı. Osmanlı hem köpeklerden kurtulucak, hem de bu işten hatısı sayılır miktarda para kazanacaktı. Kanun çıkar çıkmaz binlerce asker, sivil elbiseler ile sokaklara çıkmış ve on binlerce köpeği bir gecede daha önce anlattığımız gibi toplamış, kaçmayı beceren hayvanları da vurmuştu. Bir çuvala kac tane köpek sığarsa o kadar sığdırıyor, ağızlarımı bağladıklalrı çuvalların içine o sıcakta o hayvancağızları inliye inliye at arabalarına koyarak direk limana getirmişlerdi.  Bu toplu halde gönüllü olarak para için giren ve toplu halde cinnet geçiren gözü dönmüş köpek avcılarına karşı ses yükselten, karşı duran ya da yalvararak durdurmaya çalışan birkaç babayiğit oracıkta meydan dayağına çekilmiş, falakaya yatanı gören mahelleli ensesini kaşıyarak, ne gördüm ne de duydum ayağına yatmıştı. Öyle ya, benim canım yanacağına varsın köpeklerin canı yansındı. Öyle ya, o köpekleri yaratanın mutlaka bizim anlamadığımız çok yüce, çok kutsal ve çok gizli bir planı vardı. Olmak zorundaydı yoksa işler o zaman gerçekten çığırından çıkar, her kes kendi canının kıymetinin kendinden bellerdi ve işte o zaman benim canım yanacağına senin canın yansın bre zındık diye naralar kopardı. Ama öyle olmadı zira bu toprakların bağrında korkunun kokusundna beslenen çok sinsi bir canavar vardı ve bu canavara takılan isimler arasında ‘ devlet baba ve Allah belasını versin’ isimleri vardı. Neyse biz bunları bir kenara bırakalım şimdilik ve talihsiz köpeklerimizin başına akabinde nasıl bir felaket geldi ona dönelim.

Kimi rivayete göre 30, kimine göre 50 ve kimine göre 80 bin (ki genel kanı bu yöndeydi) köpek, koca bir gemiye cuvallarla tıka basa tıkıştırıldı. Coğu havasızlıktan sabahı çıkaramayıp o gece öldü. Geminin yük bölümündeki sıcak dışardakine bin basar haldeydi. Köpeklerin tamamı bu devasa gemiye yüklendi, hamallar yövmiyelerini alıp gidince bu pis işin son adımı kaldı geriye. Antlaşmaya göre köpekleri Türkler toplayıp gemiye yükleyecek, o andan sonra Fransızlar gemiyi devr alacak ve parası evvelden peşin ödenmiş olan sözüm ona mallarla beraber gemi limandan ayrılacak ve güzeller güzeli Frenk kadınlarının güzelliklerine güzellik katacaktı ama o gün o limana bir tek Fransız bile gelmedi. Her tarafa bakıldı, soruldu ve soruşturuldu ama Frenk tacirlerden bir haber alınamadı ve tez elden saraya haber verildi. Telgraflar çekildi, sağa sola haberler gönderildi ama Fransızlar ne bir ses ne bir seda duyuldu. Günümüzde bile hala bilinmiyen bir sebepten dolayı Fransızlar parasını peşin ödedikleri köpekleri almaya gelmediler. Talat Paşa ve şürekası önce biraz şaşırdı, sonra biraz kızdı ardından, olan oldu İstanbul köpekten kurtuldu. Götürtün Marmara denizinde, insanların yaşamadiği bir adaya bırakın hayvanları diye emir verdi. Zaten parasını peşin aldıklarından Fransızların gelip gelmemsi pekte canlarını sıkmadı hani. Emiğrler verildi ve dile kolay seksen bin köepkle dolu gemi, tarhimize yazılacak olan o kara yazıyı yazdırmak için Marmamra deryasına açıldı.

5, Bölüm, Aman Dilesem Duyulurmu Sesim Uzaklardan?

Kaptan,  şimdiki adı Sivri ada olan adaya demir attı. Üzerinde tek bir ağacın bulunmadığını, içinden tek bir derenin akmadığı, üzerinden tek bir hayvanın yaşamadığı tamamı büyükçe bir kayadan oluşan bu adaya seksen bin köpeği getirip bıraktılar. Hikayenin bundan sonraki kısmı hassas kalpli okurlar için tavsiye edilmemektedir. Bu uyarımızı yaptıktan sonra bakalım köepklerimizin başına neler geldi. Binlercesi zaten havasızlık ve sıcaktan ölmüşten olan köpekler, hamallar tarafından suya atılmaya başlandı. Suyun üzerini hafif bir örtüyle örttüğü hançer gibi keskin kayalıkların üzerine düşen canlı köpeklerin çıkardığı acı dolu iniltilere aldırmayan hamallar bu işi durmaksızın sürdürdü. Bir anda kana bulanan deniz, sıcak, iniltiler, havlamalar ve acının elle tutulur, gözle görülür hale geldiği, bazı torbaların ağzı açıldığında dışarı savrulan eniklerin feryadına rağmen kaptanın kesin emrine uyuldu ve denize köpek fırlatma saatlerce devam etti. Bu aykırı ve absürt havadise daha fazla katlanamayan birkaç hamal kaptanı protesto edecek oluysada ensesine yediği okkalı bir tokat ve kesilmekle tehdit edilen yövmiye hamalları tekrardan iş başına sürükledi. O an Sivri adanın etrafını kandan bir deniz kaplıyor, suyun üzerine her yönden ölü köpekler fışkırıyor, açlıktan ve susuzlukta perişan hale gelmil yavru eniklerin acı dolu iniltileri öyle bir seviyeye geliyordu ki, kendine insan diyen herhangi biri bu olay karşısında oracıkta o ya hayatına son verir, ya da yüzerek Yunanistan’a kadar giderdi. Bir şekilde sivri kayalara çarpmadan suya düşen köpekler kendilerini adaya atıyor ve olan biten bu cinnet halinin bir köpek tarafından nasıl anlaışması gerekiyorsa öyle anlamaya çalışarak etrafa bakınıyorlardı. Manzara insan tahammülünün sınırlanını çoktan aşmış, yer yüzündeki tüm yazarlar ve şairler toplansa bu elim hadiseyi anlatamayacak hale gelmişti. Evde, çarşıda, camide, pazarda ve sokakta ağzını açanın bir karıncayı bile incitmediğini söyleyen bir toplumun bu şeklilde kollektiv bir cinnete bürünmesinin bir izahatı yoktu çünkü. İkindiye doğru gemideki son köpekte ölüme atılınca gemi tekrardan muzaffer bir edayla limana döndü. Kara haber her zaman yaptığı gibi tez yayıldı ve tüm İstanbullu kısa sürede yaşanan bu katliamdan haberdar oldu. Kimine göre ohhhhh mnis gibi olmuştu ama bereket versin büyük ahalinin hatırı sayılır bir kısmı bu havadisi tüm nefreti ile kınadı çünkü kınamaktan ve Allaha havele etmekten başka elden hiç bir şey gelmiyordu.

Fahri Amca o gece yatamadı. Sağa döndü, sola döndü ama yatamadı. Aklı, Arap ve Rus’ta kalmıştı. O kaya parcasının üstünde, bu sıcakta susuz ve yemeksiz ne yapardı şimdi hayvanlar? Bir hışımla kalktı ve, ‘Hanım, hanım kalk testilere su koy, ekmek ve peynir koy bir çıkına dedi. Kadriye Hanım, ‘Bunca yıldır yastığına baş koyduğum bu adamdan böyle telaş görmedim,’ diye söylene söylene kalktı ve denileni yaptı. Fahri Amca giyindi, iki su testisi bir çıkın yiyecekle koşar adım sahile geldi. Küçük bir rıhtıma geldiğinde sondan beşinci kulubenin kapısına kırarcasına vurdu. Uykulu gözlerle kapıyı açan uzun boylu, olabildiğine yapılı adam, ‘Hayırdır Fahri Bey Amca nedir bu telaş? ‘Sandal lazım bana acilen Ali Kaptan, hemde cok acil,’ deyip kestirip attı Fahri Amca. Uzun boylu adama, ‘Sivri adaya çıkacağız. Al şu 20 akçeyi asıl küreklere,’ diye emir yağdırdı. Parayı gören adamın yüzünde baharı bekleyen çiçeklerin açtığı gibi gülücükler açıldı ve cok geçmeden kürek Sivri adaya doğru küreklere asıldı.

Güneşin kızgın isıcaklığı Sivri adanın çıplak kayalarını yalarken vardılar sahile. Sıcak artık dayanılmaz hale gelmişti ama  Fahri Amca ve Ali kaptanın Sivri adada gördüğü manzaranın yanında ne sıcak kaldı ne de soğuk. Adem evladına has hiç bir hissiyat o an his ettikleri kadar keskin olamazdı. Bu his görünmeyen bir keskin biçak gibi önce derilini kesmiş, sonra daha da derine inerek etlerini kesmiş ve daha da derine kemiklerine kadar gelmişti. Tüm tüyleri diken diken, elleri ayakları boşalmış, dilleri ağizlarında şişmiş, gözleri fal taşı gibi açık adaya bakıyorlardı. İkisindende bir tek ses çıkmadı. Binlerce, onbinlerce köpek ölüsü, koku, kan, çuvallar.. Yeni doğurmuş gebe köpeklerin yavruları, ölü annelerinin memelerinden süt emmeye çalışması ve ölen köpeklerin etini yiyip hayatta kalmaya çalışan köpekler, iniltiler, havlamalar… Suzuzluktan ve sıcakta kendini denize atmış köpeklerin bazıları deniz suyu içerek ölmüş, şişmiş bedenleri suyun üzerinde köpekten bir derya yaratmıştı. Çoğu köpek artık savaşmayı bırakmışs ve yere uzanmış halde ölümü beklemekteydi. Sonsuzluk kadar süren bir zamandan sonra Fahri Amca, ‘Ali evladım dön. Burda bizim yapabileceğimiz hiçbir şey kalmamış, dön yavrum,’ dedi ve boynunu, evladını yeni kaybetmiş bir baba gibi büktü. Hala şokta olan Ali Kaptan, usulca kürekleri cekmeye başladı zira yapacak bir şey olmadığında hiç bir şey yapmamak bazen en akıllıca olanıydı. Neredeyse anakaraya varacakken hala kulaklarında o iniltiler ve burunlarında o koku vardı. İki adam bir saat içerisinde sanki  50 yıl yaşlanmıştı. Ağizlarından bir tek kelime çıkmadı. Fahri Amca, kurşun kadar ağır adımlarla eve geldi. Sıcaktan kan ter içinde kaldığından haberi bile yoktu. Kadriye Hanım, telaş içinde ne bu hal efendi diye soracak oldu, sonra Fahri Amcanın gözlerindeki boşluğu görünce susması gerektiğini hemen anladı ve o da tıpkı Fahri Amca gibi ölüm sessizliğine gömüldü.

Fahri Amca bir daha asla iflah olmadı. Aylarca, hatta yıllarca bir tek bir kelime etmedi. Ne işe gitti, ne kahveye vardı, ne carşıya indi ne de camiye gitti. İştahı öyle bir kesildiki, az beslenmekten bünyesi çöktü, gözlerinin feri kaçtı, avurtları içeri çöktü ve birkaç sene sonra evin bahçesinde bir kedinin başını okşarken can verdi.

Paylaş

zulfuemek

Sonsuz döngüye kapılan herhangi biryim ben.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir