Pazartesi, Temmuz 7, 2025
Hikaye

Herkesin Babası Kahramandır…

Okuyacağınız hikaye tamamen gerçeklerden ibarettir…

’’Kalk Zülfü kalk hele.’’ Yatak çok sıcak ve rahat. Gözlerimi açmakta zorlanıyorum çünkü göz kapaklarım kurşun kadar ağır. Çocuk yaşta uykuya hasrettir insan, ama yaşlandıkça bu hasret azalır nedense. Ölüme yakın olma güdüsü devreye girip, zaten yakında yok alacaksın, bari kalk hayatı biraz daha yaşa diye tekmeliyor kanımca.

‘’Ne var hocam’’, diyorum? ‘’Kalk hele giyin hemen ve benimle gel’’, diyor Salih hoca. Yavaş hareketlerle ranzanın ikinci katından iniyorum. Ranzanın alt katında yatan Tekin’i uyandırmamaya çalışıyorum. Ranzanın kenarında asılı olan kumaş pantolonumu giyiyorum. Yurtta kot pantolon giymek kesinlikle yasak! Beyaz süveterimi giyiyorum beyaz atletimin üstüne sakince. Küçük çocuklara, büyük adam elbisesi giydirmeyi severdi Süleymancıları yurtları.  Yatakhanenin koridorundan yürüyerek kapının ağzında beni bekleyen Salih hocaya doğdu yürüyorum. Sağlı ve sollu olmak üzere en az 40 ranza var. Hepsinde benimle hemen hemen aynı yaşta çocuklar yatıyor. Elbiseler asılı ranzaların kenarlarında. Uyandırmamak için kimseyi, sessiz olmaya çalışıyorum. İçerisi çok havasız ve kasvetli. Dile kolay, 40 insan aynı odada yatıyor. ‘Hayırdır inşallah’ diyorum ne olmuş olabilir ki beni uyandırdılar gecenin köründe. Salih hocanın peşin sıra müdüriyete geliyorum.

Salih hoca ahşap masanın diğer tarafına geçiyor. Telefonun yanında, masada yan şekilde duran ahizeyi bana uzatıyor bir tek kelime söylemeden. Telefonu kulağıma götürüyorum, “Alo”? Ramazan abim telefonun diğer ucunda, sesi ağlamaklı. ‘Rahime nine çok hasta, hemen gelmen’, lazım diyor. ‘Tamam abi’, deyip kapatıyorum telefonu. Gözüm Salih hocanın arkasındaki duvara asılı olan saate ilişiyor. 3:40. ‘Halla halla’ diyorum nenemin hastalığından dolayı beni neden çağırsınlar?  Ta Kovancılara? Köye? Salih hocayla göz göze geliyoruz. İçimde, göğsümün tam orta yerinde bir şey sıkışıyor. Nefes almakta zorlanıyorum. Çok büyük bir felaket olmuş gibi bir his. Kendimi kandırmaya çalışıyorum, ‘Ninem iyileşir diyorum. Bir şey yoktur’, diyorum. Salih hoca, ‘Taksi çağırdım Zülfü’m’, diyor ‘Kapıda seni bekliyor. Git eşyalarını al ve gel aşağıya.’

Elbiselerimiziniz ve şahsi eşyalarımızın olduğu dolaplarla tıka basa dolu kocaman bir oda. Asma kilidi açıyorum. Alacağımı alıyorum ve en aşağıya, yatılı yurdun kapısına geliyorum. İçimde ki o ağırlık giderek büyüyor. Salih hoca, taksiciyle bir şeyler konuşuyor ben binmeden. Uykudan yeni uyanmış olmam mı, daha sadece 13 yaşında olmam mı, olandan bitenden bir haber olmam mı bilmiyorum ama konuştuklarını, her şeyi net duyduğum halde bir hiç şey anlamıyorum. Biniyorum taksiye. Şoförün yanına tabi ki. Seviniyorum ön koltuğa oturduğuma. Çocukken zaten hep öne oturmak ister insan. Sonra yaş ilerledikçe arkaya geçmek ister. Bu döngü hep böyledir.

Aradan bunca yıl geçmesine rağmen taksicinin incecik bıyıklarını, taksideki o ıslak köpek kokusunu, yırtılmış koltuk örtüsünü şimdi gibi hatırlıyorum. Taksi bir Renault Broadway. Taksici bir şeyler söylüyor yola koyulduğumuzda ama ben yine anlamıyorum. Sanki tüm duyu organlarım işlevini yitirmiş. Duyuyorum ama anlamıyorum. Görüyorum ama idrak edemiyorum, his ediyorum ama anlam veremiyorum. İçimdeki sıkıntı giderek büyüyor ama ufak bir de sevinç. Yurttan biraz olsun uzaklaşmanın sevinci. Köye gidiyor olmanın sevinci. Çok karışık duygular içindeyim. Hiçbir anlam veremiyorum olana bitene. Biraz yol aldıktan sonra ince bıyıklı taksici o oldum olası çok sevdiği, Elazığ’a has şivesi ile ‘Sizin köyün adı neydi yeğen?’ diye soruyor. ‘Kemaşlu’, diyorum. ‘Demirci köyünü geçince mi?’ diye soruyor. ‘Evet abi’ diyorum. Sonrası karanlık bende. Ya yatmışım sıcak takside ya da sadece unutkanlık. Sadece bir dumanlı anı var şimdi aklımda o gece ile alakalı o da Gülüşkür köprüsünden geçerken. Sular azmış. Son bahar aylarında hep azar zaten.

Yağmurlar yağar, çaylar derelere, dereler nehirlere ve nehirlerde bu baraj gölüne su getirir. O zamanlar öyleydi, şimdi ne halde bilmiyorum, bilmek istemiyorum…

Kemaşlu köyüne bir her iki taraftan da yamaçtan inilir. Zira görece küçük bir vadidedir bu köy. Sabah oldu olacak. Ortalık ağardı ağaracak. Alaca karanlığı yırtacak güneş birazdan ve işte o an taksici yağmurdan dolayı çamurdan perişan hale geçmiş yamaç yolundan aşağı iniyor. Dedem ve ninemin evinin önünü gösteriyorum taksiciye. Gelip duruyoruz. Zaten bu küçük köye gelen tüm araçlar burada dururdu. Bir nevi meydanıydı köyün. Bir hareketlilik var köyde, adını koyamadığım. Çok erken uyanmış gibi ahali. Bir kasvetli hava var sanki. Ölüm var gibi. Birileri ölmüş gibi. Taksiden iniyorum bu düşüncelerle. Taksiciye, ‘Babamdan para alıp geliyorum hemen’, diyorum, ‘Az bekle abi.’ ‘Tamam yeğen.’, diyor ince bıyıklı orta yaşlı gakkom. Dedemin evinin hemen altında bizim ev. Koşar adım geliyorum eve. Kapı açık. İçerden insan sesleri geliyor. Ağlayan ve feryat figan eden genç kadınlar. Teyzelerimin ve halalarımın kızları. Benden yaşça büyükler. Bir şeyler yapıyorlar bir yandan bir yandan da ağlıyorlar. Adını koyamıyorum olan bitenin. Birilerinin öldüğü kesin. Anlıyorum artık ninem vefat etti diyorum. İçimdeki sıkıntı hafifliyor nedense biraz ama tam değil. Birazı hala göğsümü sıkıştırmakta ısrarlı.

Remziye halamın en büyük kızı Hüsna, beni görüyor. Gelip yanaklarımdan öpüyor beni. Ağlamaktan gözleri şişmiş. Beni öyle bir öpüyor bir sarıyor ki şimdi şu an gibi o sımsıkı sarılma hissini hatırlıyorum. Gerisi yine karanlık bende. Hatırlamıyorum. Ne yapsam ne etsem ne kadar zorlarsam da bir türlü hatırlamıyorum. Hatırlayamıyorum… Bir ara, ‘Babam nerde?’, diye soruyorum bizim evdeki insanlara. Bir feryat daha kopuyor bu sorudan sonra. Ağlamalar daha bir şiddetleniyor. ‘Halla halla’ diyorum ‘Babam nerede? Taksicinin parasını vermem lazım.’ Sonra yine unutuyorum. Karanlık. Hatırlamıyorum. ‘Camide’, diyor birisi. Kim bilmiyorum. Evden çıkıyorum. Camiyle aramızda 400 metre yok. Gün, iyice ağarmış. Soğuk havanın beli kırılmış biraz. Etrafta insanlar var yine. Koşarak camiye doğdu geliyorum. Küçük derenin tahtadan seyyar köprüsünden geçip caminin yamacına dayanıyorum. Sonra yine karanlık.

Hatırlamıyorum. Simsiyah. Camiye yaklaştıkça kalabalık artmış. Caminin etrafı insan dolu. Kıyamet kadar insan. Birileri beni durdurup bir şeyler söylüyor. Yine anlamıyorum. Birileri bana sarılıyor, öpüyor ben yine anlamıyorum. Nedir bu keşmekeş?  Sonra hatırlıyorum. ‘Cenaze var diyorum içimden Rahime ninem öldü ya? Babam nerde? Babamı bulmam lazım. Taksicinin parasını vermem lazım.’ Caminin kapısına geliyorum, içerden gelen sesler fena, feryatlar figanlar. Bir daha asla geri dönmeyecek, çok sevilen birinin kesin gidişine yakılan o ciğer parçalayan feryatlar. Tanrıya isyan etmek ile tevekkül etme arasında gidip gelen o isyankâr ve itaatkâr iniltililer, ağıtlar.

Tüm akrabalar burada. Birileri beni omuzumdan yakalıyor, bir şeyler söylüyor ama anlamıyorum. Babamı arıyor gözlerim bulamıyorum. Ama camide demişlerdi? Halla halla camide değil mi yoksa? Annemin sesi o an kulaklarımı kanatırcasına çınladı. Öyle bir figandır ki annemden gelen, sesi içimdeki o sıkıntıyı bin büyüttü. Sığmadı içime artık. Boşaldı gözlerim birden. Caminin içi dolu. Çoğu kadın ve çocuk. Herkes feryat figan. Ramazan abim nihayet görüyor beni kapıdan camiye hala girememişken. Bir şeyler söylüyor abim anlamıyorum.

Birileri beni içeri çekiyor, taşıyor, sürüklüyor. Annem, teyzelerim, halalarım, komşu kadınlar tüm herkes tabutun başında ağlıyor. Kimisi birilerini teselli ediyor, kimisi dua ediyor, kimisi Kuran okuyor. Bir keşmekeştir ki çocuk akımla algım yerle yeksan oluyor. Tam o anda Rahime ninemi de görüyorum tabutun başında ağlarken. Rahime ninem ölmedi mi? Çocuk aklım benimle alay mı ediyor? ‘Babam nerde? Kim öldü? Babam nerde? Babamı bulmam lazım. Taksiciye parasını vermem lazım.’ Annem beni kendisine çekiyor, tabutun baş tarafında bağdaş kurmuş şekilde oturuyor. ‘Zülfüüüümmm’, diye inliyor, ciğerlerinin en derininden gelen bu ses, baban nerde ‘Zülfümmm’, diye haykırıyor? Anlamıyorum? Tabuta bakmaya cesaretim yok. Bakamıyorum. Ama biliyorum artık. Nenemi görünce capcanlı tabutun içindekinin babam olduğunu anlıyorum. Annemin o ismimle beraber ettiği feryattan anlıyorum zaten. Babam nerede? Yine o lanet olası karanlık çöküyor üstüme. Hatırlamıyorum. Sonra bi şekilde babamın tabuttaki kefene sarılmış bedeninin açık olan yüz kısmından gördüğüm yüzü dışında başka hiçbir şey hatırlamıyorum. Karanlık. Kapkaranlık. His etmiyorum hiçbir şey. Neler olup bittiğini anlamıyorum. Beyin, bazen bedenin kaldırabileceğinden fazlası cereyan ettiği zaman kendisi kapatır. Böyle bir yazı okumuştum.

Birileri ‘Babasını görsün son kez’, diyor. Diğer kadınlar ‘Görsün ya’, diyorlar. Tahminimce Vahide teyzem. Ben bu yazıyı yazmadan bir gün önce kocası Kadir abi de öldü Vahide teyzemin. İyi insandı toprağı bol olsun. Geliyorum bir şekilde tabutun başına. Kulağımda Kuran sesleri çınlıyor. Babamın yüzü, ifadesizlik ile bir milyon ifade mimiği arasında sıkışmış sanki. Gülümsemeye yakın ama değil. Terlemiş gibi? Ama değil! Bıyıkları, kaşları, burnu, alnı çok net. Şimdi gibi hatırlıyorum çok net. Sonra yine karanlık. Hatırlamıyorum hiçbir şey. Hiçbir ses, hiçbir koku, hiçbir his, hiçbir yüz. Bir ara mezarlıktan itibaren hatırlıyorum. Gömüyorlar babamı. Kıyamet kadar insan. Köyün yamacındaki bir sürü araç. Tanımadığım bir sürü insan. Bitti. Hatırlamıyorum hiçbir şey.

Herkesin babası kendince bir dünyadır bilirim. Bir idol. Bir gölge. Bir çıkış yolu. Bir orta direk. Herkesin babası kendisinin kahramanıdır bilirim. Herkesin babası kayıtsız şartsız böyledir herkes için. Benim için de farklı değildi babam.  Mehmet Emek, yani rahmetli babam, 1996 ekim ayında, saat 17:00 civarında göçtü bu yalan dünyadan. Kalp krizine yenik düştü dedi doktorlar. Sadece 38 yaşındaydı hayata gözlerini yumduğumda. Arkasında tarifi imkânsız acılar ve anılar bıraktı. Sonradan tanıdığım yüzlerce insanın kendisinden ne kadar razı olduklarını öğrendim. 20 yıl sonra Almanya’da bir taziyede, yaşlı bir adamın gelip bana “Memedin oğlusun sen kesin, çok benziyorsun, rahmetliyi çok severdik, seni görünce çok duygulandım”, deyişinde inanılmaz sıcak bir gurur kaplamıştı yüreğimi. Köyde kavga dövüşten birbirine düşman kesilmiş biri bile de yıllar sonra bana ” -Çok kavgalıydık ama tanıdığım en mert adamdı Mehmet”, deyişinde yine çok gururlanmıştım. Çok merhametli, çok cömertti. Yetimi, yoksulu, akrabayı ve hısımını çok gözetirdi. Yanında çalışan birine yevmiyesinden çok daha fazlasını verirdi ki, ben çok kez buna şahit oldum.

Bir videosu var babamın. Demirci köyünde bir düğünden. Köy odasında erkekler oturmuş. Babam ortalarda bir yerde. Cemaatten kalkıp dışarı çıkıyor. Bir iki saniye görünüyor sadece. Üstünde lacivert bir katlık elbise ile zıpkın gibi bir adam. Uzun boylu, geniş omuzlu ve gülümseyen bir adam. Hayatta tanıdığım en yakışıklı, en karizmatik adam. Her zaman güzel giyinirdi. Tekel 2000 içerdi. Bulamadı mı Yeni Harman. Maalesef çok içerdi sigarayı. Babam sigara içerken o kadar karizmatik bir görüntüsü vardı ki, bende o yüzden sigara içerken ona benzemeye çalışırım bazen. Çocuk gibiyiz 36 yaşına gelmekte! Bazen aynada babama benzer yanlarımı arıyorum da pek bir benzerlik bulduğumu söyleyemem. Bazı kararları alırken zorlandığım anlarda “Babam olsa ne yapardı?”, diye düşünürüm bazen. Köyde lakabı”  Kartal Mehmed” di. Sebebini bilmiyorum. Hiç sormadım sebebini…

Paylaş

zulfuemek

Sonsuz döngüye kapılan herhangi biryim ben.

2 thoughts on “Herkesin Babası Kahramandır…

  • Kayıp

    Babanıza Allah’tan rahmet diliyorum hocam. Çok duygulandım.

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir