Pazartesi, Temmuz 7, 2025
Hikaye

Bir hatıra bir insan.

Okuyacağınız hikâye tamamen gerçek olaylardan ibarettir.

Yaşlı adamın adı Gunnar’dı ve elindeki siyah beyaz fotoğrafa bakarken gözleri nemleniyordu. Fotoğrafın bir yaz günü çekildiği siyah beyaz olmasına rağmen rahatlıkla seçiliyordu. Çünkü arkadaki ağaçların çiçek açtığını ve gelinin elindeki buketten yaz, en kötü ihtimalle bahar olduğu net bir şekilde görülüyordu. 1900 küsur model Opel marka bir otomobilin önünde duruyorlardı. Gunnar’ın üzerinde son derece şık bir takım elbise ve janti ayakkabılar vardı. Elindeki fötr şapkayı bir yelpaze olarak kullandığı da net görünüyordu fotoğrafta. Uzun mutfak masasının diğer ucundan kalkıp yanına geldim ve resmi bir kere daha bu sefer resmin kahramanı ile beraber incelemeye koyuldum. Gunnar’ın iki yıl önce bağımlısı olduğu tekerlekli sandalyeyi hafif yan tarafa iterek, mutfak penceresinden içeri sertçe vuran yaşlı adamın yüzünü güneşten az da olsa korumaya çalıştım. Tam bu esnada titrek ellindeki fotoğrafı üzerinde süt ve soda lekeleri bulunan masaya bıraktı ve gözlerinden usulca akan göz yaşlarını silmek için insan üstü bir çaba sarf etti. Dayanamadım ve masanın üstünde duran, üzerinde mayıs çiçekleri desenleri bulunan peçetelerden birini alıp birbiri ardına akan göz yaşlarını silmesine yardım ettim. O göz yaşları ile beraber bir ömür aktı gitti gözlerimin önünde.  Yaşlı adamı daha fazla duygulandırmamak ve yormamak için beynime hücum eden tüm soruları dizginleyip kendisine bir bardak su verdim.

Günün çoğunu yatarak geçirdiği odasında televizyonun sesi mutfağın hüzünlü havasını az biraz dağıtıyordu. Birkaç dakika sonra biraz sakinleşince hırıltılı bir sesle,

-Barbro gideli tam iki sene oldu.

-Kaç yaşındaydı öldüğünde?

-Hım, benim kadar yaşlıydı en az.

Bir sessizlik çöktü sonra. Ne söyleyebilirdim ki? Zaten eşim olan torunu, bu asır deviren adam hakkında çoğu şeyi anlatmıştı. Kuzeyde, en kuzeyde yani kutuplara ramak kalan bu coğrafyada yaşanabilecek en ilginç hayatı yaşayan bu yaşlı adamın sıra dışı hayat hikayesini eşimin ağzından direkt aktarıyorum.

1922’de doğmuş Gunnar. Beş kardeşlermiş ve kendisi en küçükleriymiş. Doğduğunda memleketin durumu pek parlak değilmiş. Olabildiğine fakir olmakla beraber, ciddi sağlık, ulaşım ve eğitim problemleri varmış. Buna rağmen Gunnar ve ailesinin durumu yaşadıkları kasaba ahalisine oranla pek iyiymiş. Dedesinden kalma görece büyük bir çiftlik, iki katlı, dört odalı ahşap bir ev ve çok sayıda hayvanları varmış. İşte Gunnar’ın hikayesini çok ilginç kılan hadise de bu zenginlikmiş zaten. Öyle ya, çok paranın çok derdi olurmuş…

Ülkede bir anda baş gösteren ve özellikle çocukların canına kıyan bir salgın, büyük ve kalabalık kentlerde kıyım yaparken kırsaldaki etkisi daha az his edilmiş. Ama yine de her aileden en az bir çocuğu toprak altına çekmeyi becermiş bu illet. Gunnar’ın en büyük kardeşi Joel’de daha 14 yaşındayken bu salgına kurban verilmiş. Bunun üzerine ailesi, diğer kardeşleri eve kapatıp dış dünyayla olan bağlarını iyice kesmiş. Kesmiş ki salgına kurban gitmesinler. Gunnar, o günleri biraz dumanlı olsa da hatırlıyor ve abisi Joel’in ölümüyle yaşadığı hüznü, şimdi şu an bir daha ölmüş gibi his ediyordu.

İkinci facia aileyi bulduğunda nerdeyse tüm kardeşler yetişkin sayılırmış. Ailenin tek kız evladı Vera, daha 16 sına basmadan kanser denen illete yakalanmış. O dönemlerde tedavi yöntemleri fazla gelişmediğinden kız cağız kısa sürede bir deri bir kemik kalmış ve tüm sevdiklerinin gözü önünde dirhem dirhem eriyip hayatının baharında ölmüş.

Bu trajediden sonra kader insafa gelmiş gibi sesini soluğunu kesmiş ve ikinci dünya savaşasının patlak verdiği günlere kadar aileye dokunmamış. Bu sakin yıllar boyunca Gunnar’ın abileri Bertil ve Gösta evlenip çoluk çocuğa karışmış. Gunnar’ın bir büyüğü olan abisi Bertil, ikinci dünya savaşı hunharca devam ettiği yıllarda tıpkı kız kardeşi Vera gibi kansere yakalanmış ve sadece aylar içinde iyice kötüleşerek yatağa düşmüş. Otuz dört sene boyunca her seferinde uyandığı uykusundan o sabah uyanmamış ve işte Gunnar’ın hikayesi bu elim ölümden sonra başlamış. Çünkü Bertil ardında 1 ve 2 yaşlarında iki erkek çocukla beraber birde dul bir kadın bırakmış. Barbro… Evet, hikâyenin başında anlattığım siyah beyaz resimdeki gelinlik giymiş genç kız.

Doğu memleketlerinde eskiden sık sık şimdiler de tek tük gördüğümüz çok ilginç bir hadise vardır. Genç yaşta ölen erkek kardeşin dul kalan karısı, ölen gencin varsa biraderi yoksa çok yakın bir kuzenine falan verilir. Bu pek garip geleneği binlerce sayfa yazı yazarak açıklamak lazım gelse de ‘NAMUS’ kelimesi bizi bu zahmetten kurtarmaktadır. Bu hadisenin Avrupa’da yaşanmış olması, bu hikayemizin temellerini şekillendirmektedir. Zira doğu kültürünün çok rahat kaldırdığı birinci dereceden kuzen evliliğini bile neredeyse ensest kabul eden Avrupa toplumunun bu tarz taraklarda bezi olmadığını düşünmek belki de benim cahilliğimdi. Detaylarda boğulmadan hikayemize geri dönelim.

Bertil öldükten sonra karısı Barbro ile Gunnar’ın evlenmesi konuşulmaya başlanmış. Evet, tüm aile erkanı el birliği yaparak Gunnar ve Barbro’yu evlendirme telaşına düşmüşler. Bunun bizdeki gibi namus meselesi ile bir alakası da yokmuş. Tek dert çiftlik, evler ve hayvanlarmış. Evlendikten sonra kasabadan taşınan Gösta’nın bu hayvan ve tarla işlerinden nefret ettiğini ve üstüne para bile verseler gelip kol kanat germeyeceğini herkes biliyormuş. Böylece tüm bu miras Gunnar ve Barbro arasında pay edilecekmiş. Zira o dönemde İsveç’te kadınlar mirastan yarı yarıya pay alma hakkına sahiplermiş. Eğer Gunnar ve Barbro evlenirse, tüm miras aile içinde kalacak ve dağılmayacakmış. Ailenin tamamı bunun son derece pratik bir çözüm olduğuna kanaat getirdikten sonra Gunnar ve Barbro sessizce evlendirilmişler. Ne bir düğün ne bir seremoni. Hikâyenin başında bahsi geçen resimdeki damadın Gunnar değil Bertil olduğunu da o böylece öğreniyoruz. Gunnar’ın bu evliliğe pratik çözüm dışında duygusal olarak nasıl baktığını derinlemesine bilmiyoruz ama Barbro’nun durumu biraz daha net. O dönemlerde kadın olmanın tüm coğrafyalarda zor olduğunu da böylece öğreniyoruz aslında. Zira pek dindar olan ahali tarafından dul bir kadının durumu malumunuz zor. Hele hele iki bebek ile ortada kalan genç bir kadının durumu daha vahim. Zira günümüzde bile dünyanın pek çok bölgesinde dul bir kadınla evlenmeyi kabul etmeyen, hele hele çocuklu dul bir kadınla evlenmeyi aklının ucundan bile geçirmeyenlerin sayısı pek çok iken, varın seksen sene evvel ki durumu siz düşünün. Bundan dolayıdır ki Barbro için bu evlilik büyük çapta bulunmaz bir nimet sayılmış. Zira dindar olan Barbro eğer tez zamanda bir ile evlenmezse kilise cemaati tarafından yan gözle bakılır bir kadın olacakmış. Daha önceki örneklerinden Barbro bunu biliyormuş. Ve kendisine Gunnar ile evlenmesi gerektiği söylendiğinde kayıtsız şartsız kabul etmiş.

Buraya kadar, yahu ne var bu hikâyede bu kadar abartacak diyenler için asıl can alıcı noktaya geliyorum. Gunnar ve Barbro evlendikten sonra asla aynı yastığa baş koymamış. Hatta farklı odalarda yatıp kalkmışlar.  Willy ve Gunde, Gunnar’ı babaları bilerek büyümüşler. Zira Gunnar, varıyla yoğuyla çocukları iyi yetiştirmek için elinden gelenin en iyisini yapmış. Gunnar’ın Barbro’dan evvel bir aşkı var mı bilmiyoruz. Ama bu evlilikten sonra   hiçbir kadının eline elinin değmediğini biliyoruz. Hikâyenin bu bölümü en az hikâyenin kendisi kadar hüzünlü geliyor bana. Miras dağılmasın diye aynı eve sokulan iki insanın elli sene boyunca aynı yatağa girmemiş olmaları başlı başına dikkate değer. Barbro en azından bir kerede olsa birilerini sevmişti. Gunnarın abisi Bertil… Peki ya Gunnar? Hasbelkader, aile dayatması sonucu kendini yengesiyle nikahlı bulan bu genç adam birilerine daha önce hiç aşık oldu mu bilmiyoruz. Olduysa ne mutlu ona ki aşkı tattı eğer olmadıysa kendisine sunulan bu pratik evlilik yüzünden aşkı ve sevdayı tatmadı hiç… İşte bu yine dipsiz siyah bir kuyudur insanın ruhunda.

Her şeye rağmen sevmiş Barbro’yu besbelli. Bir kadın olarak sevmiş mi bilmiyorum ama hayat arkadaşı olarak sevdiği kesin. Zira yaşlılık kapılarına dayandığında Barbro’dan evvel elden ayaktan düşen Gunnar’a gözü gibi bakmış Barbro. Belki bir manevi diyet ödenmiş bu hikâyede. Kim bilir belki de biri, diğerini gerçekten sevmişti. Her aşkın kendince bir hikayesi olduğu gerçeği bu hikayedede çok belirgin. Zira yarım asır boyunca aynı çatı altında biriyle yaşamanın kaçınılmaz bazı sonuçları vardır. Bunlardan biri belki de sevgiydi…

Barbro öleli iki sene olmuş ve Gunnar hala doğduğu evde yaşıyor. Devasa çiftliğin büyük bölümü satılmış ve bakımsızlık evi adam akıllı yıpratmış olsa da bir asırlık anılar ve hatıralar elle tutulur halde o evin içinde duruyor. Gitmek için toparlandığımızı gören Gunnar, kısık sesiyle bana seslendi,

-Bir daha gel, kahve içeriz.

-Tabi ki geleceğim.

Ama ben Gunnar’ı ikinci defa ziyaret etmeden, bir sonbahar sabahı öldüğü haberini aldım. Bir asır boyunca uyandığı evde bu sefer uyanmadığını öğrendiğimde çok hüzünlenmiştim. İki hafta sonra cenaze merasimine katıldığımda, cemaati olduğu kilisenin papazı konuşmasında şunu söyledi;

-İnsanın ruhu olgunlaşmadan ölüm gelmemeli…

Paylaş

zulfuemek

Sonsuz döngüye kapılan herhangi biryim ben.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir