Pazartesi, Temmuz 7, 2025
Hikaye

Küçük bir adam, büyük bir hayat.

Kaybedecek çok şeyim vardı, kabul ettim…

”Hayatta kalmak gerek…” Papaaaaa, papaaaaa diye eve dönüp babasını çağıran yaşlı adama bakakalıyorum elimde kahve fincanı ile. Hemen yanımda oturan abimle göz göze geliyoruz. Oda aynı soruyu bana soruyor ama dili ile değil, gözleri ile. Bu adamın yaşı var 75-80 beli bükülmüş bir ayağı çukurda, acaba babası kaç yaşında ola ki? İşte gözlerimizle birbirimize sorduğumuz soru buydu. Elimdeki kahve fincanını sehpaya koyup iyice kuruluyorum oturduğum hasır sandalyeye. Ağustos ayındayız ve hava kelimenin en hafif tabiriyle mis gibi. Oturduğumuz bahçe kocaman ceviz ağaçları ile dolu ve az ötede cennetin bir köşesinden çalınmış gibi duran küçük gölet. Türkiye’de ceviz ağacı kesmenin yasak olduğu geliyor aklıma. Ve hemen ardından ‘’Ceviz ağacının altına oturulmaz’’, atasözü. Oturmuştuk oysa kadim ceviz ağacının altına şimdi.

 Birazdan ceviz ağacı kesmek Almanya’da da yasak mı diye soracağım abime. Tadını çıkarıyorum bu mis gibi ortamın ama aklım hala evden gelecek olan adama takılı. Babasını çağıran uzun boylu, kırlaşmaya yüz tutmuş uzun saçları ve entropiye meydan okuyan yüz hatları mevzu bahis olduğundan babasını merakım arşı alayı şöyle bir yokladı.

Beyaz is önlüklerimiz, saçlarımızda ki toz ve boya, havanın sıcaklığı ve alnımızdan akmaya çalışan ter, elimizde birer Alman kurabiyesi ve kahve ile gerçekten sefil bir durumda göründüğümüzü sonradan idrak edebildim ancak. Para kazanmak her zaman zor olmuştur bizim gibi vasıfsız ve toplumun en alt tabakasından gelen insanlar için.  Şartları yeteri kadar zorlamayıp, yeterli tahsili almayıp, cebimize o altından daha değerli diplomayı koymayıp bir meslek edinmeyi de beceremeyişimiz iyice zorlaştırmış durumu ama dünyanın da sonu değil, akıp gidiyor hayat.

Almanya’nın kırsalındaki köylerde hemen hemen her evin önünde koca bir gaz tankı vardır. Büyük bir tüp gibi düşünün bunu. Ama çok büyük, 5 tona kadar yakıt alıyor. Bu gazla insanlar hem ısınmak hem de yemek pişirmek için ocakta kullanıyor. Zamanla yosun tutup eskiyen bu tankların dış cephelerini biz elden geçirip yeni bir cehre kazandırıyorduk. Bu vesile ile çok gezdim, özellikle Kuzey Almanya’yı ve hayatımda edindiğim tecrübeler arasında ilk beşe girmektedir. Şimdi yine bir tankı bitirmiş, Alman köylülerinin kendilerinden beklemediğim misafirperver ikramlarından faydalanıyor ve içeriden çıkıp gelecek adamı bekliyoruz.

Beklemenin o kendine has kasvetini dağıtmak için karşımızda oturmuş olan uzun boylu adama sordu, ‘’ Bu evi ve demin terbiye ettiğimiz gaz tankını senin sandık biz.’’ Daha önce benzer sorularla yüzlerce defa karşılaşmış olduğunun ispatı niteliğinde bir ses tonuyla cevap verdi adam; ‘’Yok burası babamın evi. Ben arada gelip çimlerini biçiyor, ağaçları buduyorum sadece. Babam çok yaslandı artık yapamıyor bazı şeyleri.’’  Adamın konuşmasını dinlerken kendisine şöyle bir bakıyorum, o da çok yaşlı.  Merakım iyice artıyor, babası kaç yaşında ola ki acep? Merakımdan orta yerimden tam çat diye çatlayacağım anda, evin köşesinden bir çizgi filim kahramanını arıdan en fazla 1.45 boyunda olduğunu tahmin ettiğim bir cüce adam beliriyor. Cüce desem cüce değil, cüce demesem o da değil. Ortada bir şey. Tıpkı yaşamın kendisi gibi ne tam beyaz ne tam siyah arada gri hatta çok gri. Bize doğru yaklaştıkça yüreğim güm güm ediyor. O kadar yaşlı ki anlatamam. Yaşlılığın getirmiş olduğu sallantılar elini iyice zorlamış tıraş olurken, tek tük kıl var yüzünde. Saçlarına düşen ak daha önce gördüğüm hiçbir aka benzemiyor ve son derece güzel taranmış. Gözlerinden zekâ fışkırıyor ve benim şahsen bir insanda ilk gözüme çarpan budur. Ben gözdeki zekâ parıltısını gördüğüm an anlarım hatta yeni bir insanla tanıştığım zaman önce bunu ararım. Cüce adam, belli ki hayat kıstasından zerre kadar ödün vermemiş. Siyah pantolonları ütülü ve tertemiz. Beyaz gömleği ve gömleğin üzerine giydiği yarım deri yelek ve yeleğin sağından soluna sarkıtılmış köstek bir saat.

Gelip elini uzatıyor abime ve ‘’ ben Franz’’ diyor. Abim ayağa kalkıp elini sıkıyor bu nazik centilmenin. Bana ellini uzatıyor ben bir saniye gecikmeli olarak ancak yetişiyorum, çünkü hala şoktayım. Franz’ın hareketleri sanki 50’li yıllardan kalma. Kendisinden beklenmediğim bir çeviklik ile boş sandalyeyi çekip oturuyor. Oğlu da yanındaki sandalyeye yerleşiyor. Abim ile yüz yüze gelmemeye çalışıyorum. Pot kırmamak lazım. Edepten, hayadan kopmamak lazım. Daha önce deneyimlemediğim bir hadiseyi deneyimlemem beni raydan çıkartmamalı. Saygı ve erdemden katiyen şaşmamak lazım. O an sarf edeceğim herhangi bir söz, bir yüz mimiği veya bir vücut hareketi son derece belirli olacağından temkinliyim.

Abim imzalaması gereken kâğıtları hafifçe Franz’a doğru itiyor. Franz, sakince kağıtları alıp okuduktan sonra, ’’iyi iş çıkardınız gençler deyip tanka bir bakış atarak kâğıdı imzalıyor, sonra  yeleğinin iç cebinden çok eski, en az kendi kadar eski bir deri cüzdan çıkarıp ücretini ödüyor. Hareketleri çok elit. Bir film sahnesi, iyi bir roman paragrafı gibi. Çok kaliteli tavırları var bu yaşlı adamın. Franz, kendisi için bekleyen kahve fincanı alıp bir yudum alıyor. Meraktan çatlayacağımız anlamış olacak ki, ‘’Ömür geçti gitti,’’ diye sözü acıyor. En az benim kadar meraklı olan abim kaç yaşındasın diye soruyor, adamcağızın daha cümlesi bile bitmeden neredeyse…  Merak insanı çatlatır. Orta yerinden çatlatır. Çoğu acıya göğüs gereriz, sabır ederiz de meraklanmaya dursun insan orta yerinden çaaaat diye çatlar.

‘’114 yaşına yeni girdim,’’ diyor Franz, herhangi bir şey söylüyormuş gibi. Yürüyebilen, görüp duyabilen ve yetmiyormuş gibi birde bir metni okuyup altına imza atabilen kendisi değilmiş gibi… Abim, ‘’nasıl oldu da bu kadar uzun yıllar hayatta kaldın’’, diye soruyor ben hemen araya girip soruyu düzeltiyorum, ‘’bu yaşa kadar nasıl hala çökmedin? Herhangi bir adam gibisin ve en fazla 75 yaşında gösteriyorsun’. Yürüyor, yazıyor, okuyor ve kendine bakabiliyorsun. Sana bakan bir eşin yoksa tabi? ‘’ diye bir de sulu sulu espri yapıyorum ki, kendimden bir anda nefret ediyorum bu sululuk için. Franz hiç bozuntuya vermeden eşinin 66 yıl evvel öldüğünü söylüyor. Sanki antik cağlarda yasamış bir kralın, bir imparatorun, bir peygamberin ve hatta bir filozofun ölümünden bahseder gibi. Kahve fincanını tutan parmaklarına bakıyorum bu küçük adamın. Ufacık ama sert, kısa ama güçlü. Yaslı ama bilge, en azından dirayetli. Kafamdan milyon tane düşünce geçiyor bir anda. Milyon tane soru. Ama hiçbirini sormuyorum.

Abim, ‘’çok şey sığdırdın hayata herhalde Herr Franz?’’  diyor. Bu iki meraklı biraderi gülümsemeyle izleyen Franz, ‘’Evet’’,  diyor titrek sesiyle. ‘’Bahceniz muazzam, ceviz ağacı kesmek, Almanya’da yasak mı Herr Franz?’’ diye soruyorum. Dedim ya çatlatır merak adamı diye. ‘’Evet, yasak ama kimse kesmez zaten cevizi, eskide kaldı ceviz kerestesinin cazibesi.’’ Abim benden daha meraklı gibi. ‘’Hitleri gördünüz mü Herr Franz?’’ Yok görmedim ama Naziler arazimin yarısına el koyarken büyük komutanlardan birini gördüm.’’ diyor, kırışık alnını küçük parmakları ile kaşıyıp hatırlamaya çalışıyor ama olmuyor komutanın adını hatırlamıyor. ‘’Bizzat gelip benden, buradan otoban geçecek diye arsamı devlete bağışlamamı emretti. Ben hayır dedim ve silahını çıkarıp alnıma dayadı. Eğer 10 saniye içince arazimi devlete bağışladığımı beyan eden kâğıdı imzalamazsan benim gibi bir ucubeyi öldürmekten çekinmeyeceğini söyledi. ‘’İmzaladım. Hayatta kalmak gerek. Yeni evliydim eşim hamileydi. Hayatta kalmak gerek…’’ Oğluyla göz göze gelmiyor, gelemiyor… Kahvelerimizi içtik, kurabiyelerimizi yedik ve müsaade istedik. İş güç olmasa hani, sabaha kadar anlat Herr Franz amca diyecektim. Kalkıp gittikten sonra bir müddet arabada ne ben tek kelime ettim ne de abim. Bir süre sonra vay be diyor abim nasılda hala dinç he? Bende evet, dinç diyorum. Ama kafam hala Franz’ın eşinden bahsettiği anki ses tonu ve yüz halinde takılı. O kadar hissiz ve dramdan uzak bir şekilde söylemeye çalıştığı o tek cümle öyle hüzünlüydü ki, yıllarca aklımda kaldı. “Eşim 66 yıl evvel öldü, bende onunla beraber öldüm, o göçtükten sonra ben bir daha iflah olmadım. Hayatta kaldım ama hayattan bir şey anlamadım, bir haz alamadım, gibi milyonlarca cümleyi bir tek cümlede söylemişti. Yarım kalmıştı herhalde aşkı… Vakitsiz ölümlerden dolayı yarım kalan aşklar

Paylaş

zulfuemek

Sonsuz döngüye kapılan herhangi biryim ben.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir