Fırtına sonrası sessizlik.
Yağmur akşam üstü bastırdı. Çok şiddetli gelecegi, batıda görünen bulutların simsiyah olduğundan belliydi zaten. Cengiz, her zamanki gibi o şom ağzını açarak ”kanka, bu sefer fırtına öyle kopacakki ağaçları köklerinden söküp atacak” dedi. Hep böyle söylerdi zaten. Sahile sıfır olan restoranın tüm brandalarını, şemsiyelerini aceleyle kapattık zira doğa ana sermayeden habersizsiz çalışır. Her an ilk damla düşebilirdi. Rüzgar hızını iyice şiddetlendirdi. Uzaklar bir de şimşek çaktı. Sesi bir görüntüsünden bir kalp atışı sonra duyuldu. Öyle ya, ışık sesten hızlıdır. İçim ürperdi. Kendimi bildim bileli, gök gürültüsünden dolayı içim ürperir. Kim bilir, belkide kadim atalarımızdan kalan bir korkudur bu.
Rüzgar fırtınaya, çiseler sağanağa dönüşmüştü ki, kendimi içeri ancak attığım halde biraz ıslanmıştım. Ama bu ıslaklık birazdan kopacak fırtınanın sonbuçları değerlendirildiğinde hiçbirşeydi. Yıllar sonra bu huyum değişecek, yağmurdan kaçan adam değil de yağmura koşan adam alacaktı. Ne gariptir insanın zamanla böyle bir şekilde değişmesi? Asla dediklerimize kesinlikle, kesinlikle dediklerimize asla diyecek kadar keskin oluyoruz bazen. Vaaaaay beeee, diye kendini yadırgar insan bu değişim için yeri geldiğinde ama yapacak bir şey yok, bu iş böyledir. Hayat insanı istediği gibi evirip çevirir. En sert insanları, bazen pamuk gibi, en yumuşak huyluyu çelik gibi eder. Kısaca değerli dostum, insan hayatın oyuncağından öte bir şey değidlir.
Cengiz kankamla yanyana duran duşlarda duş aldık. Duştan çıkınca Cengiz, ” demedim mi sana fırtınaya çevirecek diye he” diye üsteledi. Ben, ” geçen seferkinden daha sert değil ama ” diyerek cevap verince ikimiz aynı anda çatırdayarak yerle yeksan olan bir ağacın sesine, pencereye doğru koştuk. Kızılca kıyamete kesmişti gözümüzün gördüğü her şey, her yer. O gün ile alakalı en kesin hatıram ise çok nettir; Kaldığımız işçi koğuşunun en son penceresinden baktığınızda küçük bir iskele görürsünüz. Bu iskeleye küçük ve orta boy tekneler demirler. İşte biz Cengiz ile tam o pencereden bakıyorduk dışarıdaki amansız fırtınaya. İnsan evladı tabiatın felaketlerine karşı nasıl da çaresizdir… Fırtına öyle bir şiddetlenmiştiki ağaçlar sanki birer kibrit çöpüymüş gibi sallanıyor, zayıf ve kökü derinde olmayanlar kırılıp düşüyordu. Kulağa pek hafif gelsede bir ağacın fırtınada kökünden sökülüp fırlatılmasına şahit olmak bir şeydir. Kıyamet kopuyor sanırdınız ki, benim kafamda canlandırdığım kıyamet zaten hep böyledir. İskeledeki beş on tane tekne sanki bir leğende yüzen oyuncak gemicikler gibi dalgalarla sağa sola savruruluyordu. Dalgalar fırtınanın etkisiyle öyle bir yükseltmiştiki kocaman tekneleri havada bir birine çarpıp paramparça etmeye başladı. Deniz kızgın bir boğa köpürmüş, rüzgar mahellenini bıçkın delikanlısı gini esip gürlemekte ve biz iki dost bu kıyamet sahnesinin küçük ve buğulu bir pencereden izlemekteydik.
Gece yarısına doğru dışarıda görecek bir şey olmadığına kanaat getirip yataklarımıza döndük. Yan yana olan yataklarımızda uzanıp önce birer sigara içtik. Cengiz, önceden çıkacak fırtına hakkında ne kadar haklı olduğunu sayıklaya sayıklaya yenik düştü uykuya. Ben biraz daha dayandım. Adetimdir taaa o zamanlardan beri yatmadan bir kaç sayfa okurum. Knedime dair sevdiğim az husus vardır ve yatmadane evvel okumak bunlardan biridir. Okuduğum kitap Budala. O zaman Rus edebiyat dünyamı şekillendirmek. Dostoyevski ne yazsa ağzım açık okuyordum. Gözlerim uykuya yenik düşerken fırtına biraz sakinleşiyormuş gibi his ettiğimi hatırlıyorum ama bundan emin değilim. Zira sakinleşen benim ruhum olabilirdi. Zira Cervantesi’n Don Kişot’unda belirttiği gibi; ‘Makul bir huzur lazım uyuyabilmek için.”
Sabah uyandığımızda fırtına sakinleşmiş yerini görece katlabilir bir yağmura bırakmıştı. Bulunduğumuz muhitin tamamı sular altındaydı. Belediyeye birkaç küfür ettik sonra bunun hakkaniyetli olmadığına hüküm ettim zira insan evladının yapacağı hiçbir alt yapı bu doğa hadisesi karşısında dayanamazdı. Öyle ki evlerin ilk katlarına kadar sularla dolmuştu her tarar. Yağmur öğlene doğru ancak durdu. Güneş bulutların ardından hiç olmadığı kadar sıcak ve umutlarla doğdu. Mayıs ayının sımsıcak güneşi ortalığı ışıkla beslerken dışarı çıkma telaşına kapıldık. Bir çırpıda giyinip felaketin sonuçlarını ve özlenenen güneşi görmek için dışarı çıktık. O anda çalan telefonum, ve ardından tüm doğan tüm güneşlerin umut barındırmadığını öğretti bana.
Telefonumun markası Erikson T28 kapaklı ve mavi. Bilen bilir, o 2000’li yılların başında o telefonun karizması başkaydı. Arayan “EV”. Hemen cevap verdim, tereddütten eser yok. Gençliğin verdiği o tarifi imkansız his, rahatlık… Zamanla hayat beni öyle bir hale getirdiki telefon her çaldığında ” eyvah” diyecek hale geldim. Rahmetli annem hal hatırdan sonra boğazı düğümlenmiş bir sesle ” İbrahim öldü” dedi. ”Emine halanin İbrahim,” dedi. Sesinden anladım, her cenazede olduğu gibi yine ağlamaktan kısılmıştı. Ortadoğu insanı ölümü katiyen içselleştirip kaçınılmaz son olduğunu kabul etmemiştir kanımca.
”Halla halla” dedim, gencecik adam nasıl olur? Nasıl ölür? Bir ağırlık çöktü omuzlarıma, dizlerimin bağı çözülecek gibi oldu, tutmaya çalıştım kendimi ama tutamadım. Hem dizlerim kırıldı hem gözlerim boşaldı. İbrahmin eniştenin yeşil ile mavi arasi o kendine has renkli gözleri aklıma geldi. Anne oğul bir iki dakika ağladık öylece. Aramızda bin kilometre olsa da hissiyat aynı hissiyat. “Bedri’yle, Kovancılara giderken kaza yapmışla” dedi annem…
Acaba diyorum, annem böyle perişan olduysa halam Emine’nim hali nicedir? İbrahim enişte diyorum… genecik adam. Avcılığı cok seviyor. Keklik avını özellikle çok seviyor. Rahmetli babamla gittiklerini hatırlıyorum…Çocukları diyorum… Hamza, Özlem, Gülçin , Fethiye, Muhammed … Çok küçükler. Daha 10 yaşında bile değiller diyorum.. Boğazıma bir yumruk oturuyor, yutkunamıyorum. Ve Halam, Hasret’e gebe, bir çocuk daha gelecek. Boğazımdaki yumruk büyüyor. Halla halla, ölüm bula bula İbrahim enişteyi mi buldu?… Hiç adilmiş gibi gelmedi bu ölüm bana diğer tüm vakitsiz ölümler gibi… Annem uyandırıyor beni bu zehir gibi düşüncelerden. ”Ara oğlum halanı, unutma” diyor. ”Tamam” deyip kapatıyorum telefonu. Cengiz kötü bir şey olduğunu his etmiş, gelip karşımda sessizce oturmuştu. Her an teselliye hazır vaziyette gardını almıştı ve telefonu kapatınca bir sigara uzattı. ”Kanka dedim, halamın kocası ölmüş.” Boğazımdaki düğüm iyice büyümüş nefes almamı zorlaştırıyordu.
Telefonda kontür falan yok, gencecik ama fasfakiriz. Telekomun mavi kartıyla aşağıdaki kulübeden arayacağım halamı. O zamanlar jetonlar kalkmış yerini kartlar almıştı. Sokağa çıkmak için beyaz deniz şortlarımı giydim çünkü sokak diz boyunda suyla dolu.
Telefon çaldı, uzun uzun çaldı. Kimse cevap vermedi. Acaba mezarlıktalar mı hala? Dönemediler mezarım başından diyorum kendi kendime. Dönemez insan kolay kolay o mezarın başından. Çok yaşlı birini gömüp döner insan. Uzun süre zalim bir hastalıktan çok çekip ölümle yatakta boğuşa birinin gömülmesinden sonra da döner insan mezarlıktan. Ama gencecik, sağlıklı, yakışıklı, mavi-yeşil gözlü son derece yapıcı, muhabbeti bol, kimseye zararı olmayan, İbrahimin mezarından dönemez kolay kolay insan. Oturur kalırsın mezarın başında. İçine oturan yumruk gibi oturursun orada işte.
O gün restoranı açtık yeniden zira sermaye felaketi tanımazdı. Fırtına bitmiş, sular çekilmiş hayat normale dönmüştü. Tüm gün, belki on sefer sigaraya çıkacağım bahanesiyle telefon kulübesine geldim. Aradım durdum halamı, ama bir türlü ulaşamadım. Kimse cevap vermiyordu. Muhakkak birileri evde taziyeye gelenlere yemek falan hazırlıyordur diyorum. Muhakkak evde birileri olmak zorunda ama yok kimse cevap vermiyor. Gece olunca ancak sebebini öğrendim. Meğer fırtınadan dolayı tüm direkler devrilmiş, elektirik ve telefon hatları kullanılamaz hale gelmişti. Sorun buradaydı , orada değil.
Ertesi sabah ilk iş yine kulübeye gittim. Bu sefer telefon üç kere çaldı. Halam cevap verdi. ”Benim hala, Zülfü.”dedim. O anda ben de Eminem halamda hic bir şey konuşmadan ağladık beraber. Bir şey konuştuk ise ben hatırlamıyorum. Diyecek hiçbir şeyim yoktu ve söylenecek bir şey olmağında susmayı yeni yeni öğreniyordum. Anlaşılan o ki Emine halamın da söylecek pek bir şeyi yoktu. Hayat arkadaşı ardında bir düzine sabi bırakıp gitmişti ve bunun izahatını yapacak keliem dizisi insanlık tarafından hali hazırda icat edilmemişti.
İbrahim Yüksel, bu güzel gözlü yakışıklı adam 3 Mayısta o güzel gözlerini hayata yumdu. Normal bir ölüm bile olmadi onunkisi. Güzel bir ölüm de olmadı. Traktör römorkuna kocaman ağaçla yüklemiş, Kovancılara, satmaya götürürken, Hoşmat tepesinin inişinde traktör, Bedri’nin kontrolünden çıkmış. Devasa kütükler römorktan boşalıp traktorün ön tarafındaki İbrahim eniştemi zalimce ezmiş. Bedri, ölümü bir kaç kırıkla kandırıp hayatta kalmış. Ama bu güzel gözlü, güzel insanın ölümü alabildiğine, inadına, küfür edercesine, insanın yüzünün ortasına yumruk atarcasına çirkin olmuştu. Aklıma her gelişinde içimi bir hüzün kaplar, öldüğünü ilk duyduğumda boğazıma oturan yumruk gelir gırtlağıma girer nefesimi daraltır…
Bu yazıyı yazdığım sabanın gecesinde rüyamda gördüm İbrahim abiyi, sırtında av tüfeğiyle keklik avına gidecek…