Küçük İnsan, Büyük Kaçış.
Z ülkesi, çok uzun yıllar Fransa’nın sömürgesinde kalmıştır. Yakın zamana kadar, yani daha düne kadar da sömürgeydi. Fransızlar, gelinen modern dünyada daha fazla aşağılık olursak ayıp ederiz diye düşündüklerinden değil, zaten denize kıyısı olmayan bu maden fukarası ülkeden artık çıkarı kalmadığı için çekilme kararı aldılar. Birkaç ufak altın madenini de kuruttuktan sonra Fransızlar çekip gittiler. Gittiler gitmesine ama arkalarında öyle özgür bir ülke falan bırakmadılar hani. Koca bir enkaz. Ülke kendini ikiye, üçe hatta dörde bölünmüş bir şekilde buldu.
Sömürge döneminde Fransızlara destek veren Z halkı ve onları vatan hainliği ile suçlayan diğer Z halkı. Etnik birtakım telaşı olanlar ve dini başka takım telaşları olan başka tarafta birbirini hainlikle suçluyordu. Fransa’ya destek verenlerin bahaneleri çok netti. Fransa ülkede olmayan alt yapıyı yapacak, olmayan okullar kuracak, iş, ekmek, güvenlik, vesaire vesaire. Temelde Fransız yanlıları ceplerini doldurup makam ve mevki sahibi olmalarıdır. Bu minvalde Fransızlar gittikten sonra yönetime kimin geçeği konusu ölümcül bir hal almaya başlayıp, patlamaya hazır bir bomba gibi beklemekteydi. İlk yıllar çok sancılı geçti. Seçimler bir türlü yapılamıyordu. Fransızların gidişini fırsat bilen birkaç kabile ulu orta sömürge yanlılarını infaz etmeye başladı. Sömürge yanlıları hala iktidarda oldukları için orduyu bu kabilelerin üstüne gönderip birçoğunu ortadan kaldırdı. Bu isyanın bastırılması tatbiki çok kanlı oldu. Biraz ordan biraz buradan derken ülke seçime falan gidemedi. Bir anda tüm ülke kendini çok kirli bir iç savaşın içinde buldu.
Köyler basılıyor, yakılıyor ve kadınlara tecavüz ediliyordu. Her iki taraf durmadan birbirlerine üstünlük sağlamak için bir sonraki saldırısını daha bir şiddetli yapıyordu. Tüm bu karmaşa ve kan gölü yetmezmiş gibi bir üçüncü hatta dördüncü ve hatta besinci güçler çıktı ortaya. Herkes ülkeyi kendilerinin yönetmesi gerektiğini iddia ediyor, bunun kendilerinin hakkı olduğunu savunuyordu. Kimin kiminle savaştığını bilene artık aşk olsundu. Köy basıp yakmak ve düşmanlarının kadınlarına tecavüz etmek en bilinen yöntemdi. Bu yöntem bütün gruplar tarafından uygulanıyordu. Nüfusun çoğu kendini perişan şartlarda komşu ülkelere atmaya çalışıyordu. Birleşmiş milletler olaya müdahil oldu, ama tabii ki gecikmeli. Hep gecikirler zaten. BM gelinceye kadar binlerce insan katledildi. Kimin kim tarafından neden katledildiği artık araştırılmıyordu, zira öyle bir Arap saçına dönmüştü ki ortalık, sökene aşk olsundu. Birkaç sene sonra BM nihayet ülkede kısmi ateşkes sağlamayı başardı. Yönetime her gruptan insanlar ortak edilerek birde koalisyon hükümeti kuruldu. Kısa bir süre sakin devam etti hayat ve 2014’te yine patlak verdi. Radyolardan iç savaşın bir kez daha başladığı anonsu yapılırken Biga, babası Yojo, annesi Lokuk ve abisi Dhrak aksam yemeği için yer sofraya yeni oturmuşlardı. Biganin acı dolu hikayesi de işte bu gece başladı. Az yanaşın sevgili dostlarım, sizleri savaşın acımasızlığı karşısında bir çocuğun hüzünlü hikayesine götüreceğim.
El ele tutuşarak dua ettikten sonra yemeklerini yemeye başladılar. Yojo iyi bir Hristiyan olmanın erdemlerinden bahsediyordu. Hz. Isa, ‘eğer birisi sol yanağınıza vurursa diğer yanağınızı da çevirin’’ demiş dedi. Dhrak, bu dediğin filmlerde olur ancak dedi. Biga ve annesi her zamanki gibi sessizce bu ikilinin tartışmasını dinleyip yemeklerini yemeye başladılar. Kapı çalındı. Dhrak gidip, kim o diye sordu. ‘’Kapıyı aç Dhrak. Ses telaşlı ve korku içineydi. Drhak sesi hemen tanıdı. Yan köyden sınıf ve en yakın arkadaşı Adamaydı bu. Dhrak hemen kapıyı açtı. Gördüğü manzara dehşet vericiydi. Arkadaşının neredeyse kandan hiçbir yeri seçilemiyordu. Adama, ‘Kurtuluş Örgütü köyü bastı. Herkesi öldürdü. Buraya doğru yola çıktılar’ dedi ve kapının girişine yığılıp kaldı. Evde birdenbire panik başladı. Adamaların köyü ile aralarında sadece 4 km vardı. Biga’nın annesi hemen kalkıp yan odaya girdi ve bir çanta bulup getirdi. Birkaç parça ziynet eşyası ve yiyecek koydu çantaya. Biga’nın babası silahını beline taktı ve Biga’ya bir pala verdi. Gerektiğinde kendisini koruması için. Dhrak arkadaşının başında diz çökmüş, başını ellerinin arasına almış çaresiz bir şekilde babasına bakıyordu. Babası daha fazla kayıtsız kalmadı ve gelip duruma baktı. Adama’nın kandan rengi belli olmayan gömleğini çıkardılar. Göbeğinden iki kursun yemişti. Nefes alıp vermekte çok zorlanıyordu. Daha çok bir hırıltıya benziyordu bu nefes alışverişi.
Biga’nın annesi, gitmeliyiz hemen dedi ve kapıya doğru yürüdü. Biga, taş kesilmiş bir şekilde onları takip etti. Bilincini yitirmiş, sürü psikolojisine teslim olmuş ona denileni yapıyordu. Brhak da palasını aldı Adama’yı öyle hırıltılar içinde bırakarak evden çıktılar. Adama’yı beraber götürme şansları yoktu. Götürseler onları yavaşlatacak ve hepsi ölecekti. Vicdanlarını sonra bu bahane ile rahatlatacaklardı. Şimdi hayatta kalmaları gerekiyordu.
Ormanın içine doğru sessizce ilerlediler bir süre. Hedefleri 150 km ötede Kongo sınırına gelip mülteci kampına yerleşmek, bu kanlı iç savaş bitince evlerine geri dönmekti. Saatlerce karanlıkta sığ ormanda ilerlediler. Yeteri kadar uzaklaştıklarına kanaat getirince durdular. Sağa sola az bakından sonra mağarayı andıran bir çıkıntıya yerleşip dinlendiler. Biga, tüm yolculuk boyunca tek kelime dahi etmemişti. Sadece babası, annesi ve abisinin yaptıkları planları dinlemişti. Babasının anlattığına göre çok yakında her şey çok güzel olacaktı. Gece yol alacaklarda yağmur ormanlarında ve gündüz saklanacaklardı. Ülkenin her köşesi kana susamış çeteler tarafından gasp edilmişti. Kimin tarafında olduğunuz o tarafı olduğunuz örgüte bile ispat etmeniz imkânsızdı. Gündüz seyahat etmek çok tehlikeli olacaktı ama gece de yırtıcı hayvanlara dikkat etmeleri gerekiyordu. Hem insan hem doğa an için bir tehlikeydi ve hayatta kalmak için tetikte olmak en kadim çözümdü.
Böyle iki gece ve iki gündüz yol aldılar. Sınıra ne daha kadar olduğunu bilmiyorlardı. Bu gece dolunay vardı ve ormanda rahat ilerliyorlardı ki, Biga’nın annesi Lokuk ’tan bir çığlık yükseldi. Sonra bir çığlık daha ve ardından kadın, yüz üstü kapaklandı. Yojo, karisinin vurulduğunu anlayıp hemen kendini yere attı. Oğullarına yere yatın diye fısıldadı. Sürüne sürüne karısının yanına geldi. İlk mermi sağ kasığını, ikincisi de kalbini delmişti. Kadıncağız oracıkta sessizce can verdi. Biga yine taş gibi dondu kaldı. Ne hareket edebiliyordu ne de nefes alabiliyordu. Babası, parmağını ağzına götürerek susmalarını işareti etti. Drhak nefret dolu etrafa bakarak celladın nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Biga’ya sonsuzluk kadar uzun gelen bir dakika sonra ikinci kursun Dhrak’ı buldu. Ardından bir mermi kıyametidir koptu. Başını elleri arasına alan Biga öylece kıpırtısız kaldı, çünkü hareket kabiliyetini yitirmişti. Ne kadar öyle kaldı bilmiyordu. Bir saat? Bir dakika? Bir gün? Güçlü bir el kilolundan tutup kaldırdı Biga’yı. ‘Bu çocuk ölmemiş komutan.’ dedi güçlü elin sahibi. ‘Buraya getirin’ dedi komutan. Karanlıkta yüzü seçilmiyordu komutanın ama çok büyük bir adam olduğunu anlamıştı Biga. Dev gibi bir cüssesi vardı ve sesi çok kısık çekiyordu. Bedeni ile sesi arasındaki bu uyumsuzluk pek hayra alamet değildi.
Biga’yı bir kamyonetin arkasına attılar. Onun yaşlarında bir kız ve birde erkek çocuğu daha vardı. Taş çatlasın 13’ünde ya vardılar ya yoktular. Korkulu dolu meraklı bakışlarla birbirine baktılar. Biga bir yolunu bulup bir delikten ailesinin yerde yatan bedenlerini son kez görmek istedi ama göremedi. Uzandı olduğu yerde. Bacaklarını karnına çekti. Baş parmağını ağzına koydu. Öylece bir kez taşa kesti. Annesinin son iniltisi kulaklarını kanatıyordu. Kamyon hareket etti. Karanlıkta 3 çocuk ne kadar yol gittiklerini bilmediler ve bir birileri ili tek kelime konuşmadılar. Söyleyecek bir şey yoktu ve söyleyecek bir şey olmadığında susmak en makul olanıydı. Biga, onlarında ayni kaderi yaşadığını sessizliklerinden anlamıştı. Konuşacak bir şey yoktu. Bazen susmak çok şey anlatmaktı zaten.
Kamyon durduğunda uyandı Biga. Neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu ki kamyonun kasasının arka kapısını açtı iki asker giyimli adam. ‘İnin’ diye emir verdi. İndiler. İndikleri gibi diğer iki çocuk ormana doğru koşmaya başladı. Biga bunu daha önceden planladıklarını anladı hemen. Tam gözen kaybolacaklarken birkaç el silah sesi duyuldu ve iki çocuk yüz üstü yere kapaklandı. Kız çocuğunun masmavi spor ayakkabılarına bakakaldı Biga. Yirmi adımlık özgürlük getirmişti mavi ayakkabılar. Kanlar içinde kalan çocuklara bakan Biga, dehşet içinde öylece yine kalakaldı. Taşa kesti yine. Tüm hisleri köreldi. Askerlerden biri ‘kızı neden öldürdünüz’ diye sitem etti. ‘Kim bizi memnun edecek simdi? Bir sonraki köyden kendime yeni bir kız bulmam lazım. O zamana kadar yeni çocukla idare ederim belki, ha ha ha ha’ dedi. Biga duyduklarının gerçek olmadığına inanmak istedi ama başını hafifçe kaldırınca kısık sesli komutanın kendisine kötü kötü baktığını gördü. Kani dondu. Yine taşa kesildi, öylece durdu.
Etrafındaki askerlerin koşturmacası, ara ara gelen silah sesleri ve bir iki aracın motor seslerini birbirinden ayırt edemiyordu. Getirip bir kütüğün üstüne oturtup kahvaltı verdiler. Biraz esmer ekmek ve meyve. Ne kadar acıktığını ekmekten ilk ısırığı aldığında ancak hatırladı. Yemeği bitince kafasını kaldırıp yanındaki askere tuvalete gitmesi gerektiğini söyledi. Asker başını ormana doğru sallayarak oraya gitmesini işaret etti. Biga, ormana yürüdü asker de onun ardından. Bir ağacın arkasında tuvaletini yaptıktan var gücüyle ormana doğru koşmaya başladı. Az ötede duran asker yaprakların arasından bir iki el ateş etse de Biga’yı ıskaladı. Kötü nişancı asker diğerlerine haber vermek için geri dönerken, Biga yağmur ormanında gözden kaybolup gitti.
Ne kadar koştuğunu bilmiyordu Biga. Nefesi kesilmiş, boğazı ve dudakları kurumuştu küçük derenin yanında durduğunda. Eğilip dereden kana kana su içti. Kaldırıp kafasını sağa sola baktı. Güneş batmaya yüz tutmuştu. Ancak o an tüm gün, sabahın ilk saatlerinden itibaren koştuğunu anladı. Başı döndü, midesi bulandı ve kustu. Midesindekileri dışarı çıkarınca sırt üstü yere düştü ve karanlığa teslim oldu. Ne kadar zaman sonra Yüzüne çarpan yağmurla uyandı. Gece aniden, kıskıvrak bastırmıştı. Uzaklarda bir çakal uludu. İçini bir ürperti kapladı. Hemen en büyük ağaca tırmanmaya başladı. Yeteri kadar yükseğe tırmandığını his edince iki dalın arasına yerleşip sabah olmasını bekledi. Birkaç dakika sonra kendisini sımsıcak uykunun ellerine bıraktı.
Güneşin ilk ışıklarıyla yola koyuldu. Nereye gideceğini bilmeden ormanın derinliklerinde yürümeye başladı. Bulduğu böğürtlenleri yedi. Bir muz ağacından muz kopartıp yedi. Birkaç tane de yanına alıp yürümeye devam etti. Ağaçlarla kaplı büyük bir tepeyi aşınca bir köy gördü. Köyden sesler geliyordu ama Biga bu sesleri sadece uğultu olarak işitiyordu. Biraz daha ilerleyince birkaç evin bacasından duman tüttüğünü gördü. Tepeden aşağı koşarak inmeye başladı. Köye iyice yaklaşınca biraz yavaşladı. Duyduğu sesler artık daha da netleşmişti. Bu sesler çığlıklarla karışık, küfür ve lanet okumalardı. Korku yine yüreğine saplandı. Yine taşa kesti Biga. Birkaç kalp atışı zaman sonra kendine geldi. Neler olup bittiğini anlamak için bakınmaya başladı ama orman o kadar kalın sıktı ki, bir şey göremiyordu. Bir ağaca tırmanırsa daha net görecekti. Öyle yaptı, bir ağaca tırmandı. En tepesine gelince ağacın köy meydanında yüzlerce insandan oluşan kalabalığı gördü.
50 kadar asker kıyafetli adam köyün meydanini bir halka gibi sarmıştı. Ellerindeki silahları halkanın ortasındaki 20 ile 30 kadar köylünün üstüne doğrultmuşlardı. Meydanin tam ortasındaki direğe bir adam bağlanmıştı. Anadan üryan şekilde direğe yüzü gelecek şekilde bağlanmış adamın arkasında kısık sesli o dev komutan elinde bir sopayla duruyordu. Biga ne konuştuklarını net duyamıyordu ama ara ara hain kelimesi kulaklarına çarpıyordu. Dev, sopayla diğere bağlı adama her vurduğunda köylüler hep bir ağızdan bağırıyor, yalvarıyor ve küfürler ediyorlardı. Biga, birden tüm köylülerin kadın olduğunu o an anladı. Tek erkek direğe bağlı çırılçıplak adamdı. Dev, bir şeyler söylüyor ve bir daha vuruyordu sopayla adama. Bir süre sonra kalabalıktan bir kadın devin üstüne yürüdü ve devi çocuk tokatlar gibi tokatlamaya başladı. Dev adam, bir yumrukla yaslı kadını yere yapıştırdı. Silahını çekip yerdeki kadına ateş etmeye başladı. Tüm şarjörü yerde yatan kadının üstüne boşalttı. İyice hiddetlenen dev, elindeki sopayla çıplak adamın baldırlarına vurmaya başladı. Çıplak adam, çığlıklar içinde kıvranırken dev bu seferde sopanın ince ucunu adamın makatına bastırarak kalabalığa dönüp bir şeyler söyledi. İstediği yanıtı almadığı anlaşılan dev komutan, sopayı adamın makatına var gücüyle bastırmaya başladı. Biga daha fazlasına tahammül edemeyip başını diğer tarafa doğru çevirdi. İnsanın yüreğini olduğu yerde bir yaprak gibi titreten bir çığlık yükseldi çıplak adamdan. Sonra bir silah sesi duyuldu. Biga, cesaretini toplayıp meydana tekrar baktığında çıplak adamın cansız bedeni direğe sarılı halde yere doğru sarkmıştı. Makatından da dev adamın sopası sarkıyorduk. Askerler kadınların kollarından ve saçlarından çekip evlere doğru götürmeye başladılar. Biraz sonra evlerden insanın tahammül sınırlarını zorlayan kadın feryatları yükselmeye başlamıştı. Biga, annesinin silah kurşunları ile öldüğüne şükretti.
Biga, ağaçtan indi. Köyün etrafından alabildiğine bir hilal çizerek yoluna devam etti. Gece uzak bir yerlerde silah ve çakal sesleri duydu. Bir ara çok yüksekten uçan bir de uçak gördü. Bulduğu meyveleri yiyerek karnini doyurdu. Ama karni iyice ağrımaya başlamıştı. Geceyi geçirmek için yine bir ağaca tırmandı. Çakal sesleri arasında yarı uyanık geceyi sabahladı. Yola düşeli çok olmadan uzakta tüten dumanı gördü. Dün gördüklerinin etkisiyle daha temkinli olarak dumana doğru ilerledi. Yeteri kadar yaklaştığında yine bir ağaca tırmandı. Dumanın çıktığı baca tek bir toprak evdi. Büyük sayılırdı. Kapının önünde iki tane köpek gördü Biga. Etrafta insan yoktu. Duman tüttüğüne göre insan vardır diye düşündü. Karnı açtı, belki yemek verirlerdi. Korku ve açlık arasındaki savaşı açlık kazandı. Açlık hep kazanırdı zaten.
Gelip kapıya yumrukla vurmaya başladı. Köpekler biraz huysuzlandılarsa da sonra umursamadılar. Kapıyı genç bir adam açtı ve perişan haldeki Biga’yı içeri alıp bir güzel karnını doyurdu. Genç adam ve Biga birbirilerine hikayelerini anlattılar. Genç adam, her zaman yaptığı gibi ava çıktıktan sonra bilmem hangi kurtuluş, barış, savaş, cephe, örgütü karısını ve kızını kaçırmışlar. Genç adam her yerde izlerini aramış ama bulamamıştı. Genç adam Biga’ya, ayağında masmavi yeni alınmış spor ayakkabı olan kendi yaşlarında bir kız çocuğu görüp görmediğini sorduğunda Biga genç adama gördüklerini anlattı. Ormana doğru koşarken vurulup yüz üstü yere kapaklanan genç kızın mavi ayakkabılarından bahsederken Genç adam sinir krizleri geçirmişti. İnsanın acımasızlığı karşısında sinirleri krize akmayan insan normal değildir.
Biga, uzun süre sonra ilk kez sıcak bir yatakta, tok bir karınla insana yaraşır bir şekilde yatmak için samandan yapılmış yatağa uzandı. Birkaç saniye sonra uykuya dalmıştı bile. Sabaha karsı evi bastılar. Biga, uyanır uyanmaz kaçmaya çalışmıştı ama kıskıvrak yakaladılar onu. Genç adamı direk kafasından, yatağın içinde vurdular. Biga’yı dışarı çıkartıp bir paçavra gibi devin önüne attılar. Biga, ayağa kalkmaya çalıştığında devin tekmesi yüzünde patladı. Burnundan kan fışkırmaya başlayan Biga, doğrulmaya çalışınca bir tekmede karnından yedi. Kısık sesiyle dev, ‘kimse benden kaçamaz’ diyerek postallarıyla çiğnemeye başladı çocuğu. Birkaç tekme sonra bayılan Biga, uyandığında yine bir kamyonun kasasında, karanlıkta buldu kendini. Gözleri karanlığa allısınca yalnız olmadığını gördü. 5 çocuk daha vardı burada ve hepsi perişan halde bir birilerine sokulmuştu. Biga, ağzı yüzü kan, bedeninin her tarafı acı içinde en rahat arkadaş olan uykuya daldı. Bir süre sonra çocukların konuşmalarıyla uyandı. Kamyon durmuştu. Çocuklardan biri Biga’nın yanına gelerek kulağına bir şeyler fısıldadı. ‘Birazdan kaçacağız, sende gel’ dedi. Biga, başını evet anlamında salladı. Biraz sonra kamyon hareket edince çocuklardan iki tanesi, ellerinde çakılarla kamyonun brandasını kesmeye başladılar. Yeteri kadar büyük bir kesik oluşunca, hareket ahalindeki kamyondan gecenin karanlığında birer birer atlamaya başladılar. En son Biga atladı çünkü esarete en son o katıldığı için en son o özgürlüğe layık görülmüştü. Esir ve kölelerin de kendi aralarında sınıfları vardı ve Biga, bunu zor yoldan öğrendi.
Biga, kamyondan atlayıp zemine çakıldığında koluna bir şeylerin battığını his etti. Bir ağacın dalı kolunu fena yırtmıştı. Diğer çocuklarla beraber toplaştılar ve ormanın derinliklerine doğru bilinmezliklere doğru yürümeye başladılar. Sabaha kadar durmadan yürüdüler. Sabah olunca bir nehirim yanında durup su içtiler. Biga, kolundaki yırtıktan dolayı çok kan kaybetmişti ve bundan dolayı kolunu artık his etmiyordu. Çocuklar yola devam etmek için hareketlenince Biga gelmeyeceğini söyledi. Israr etmediler, gittiler. Herkes kendineydi bu dünyada. Biga, halsiz bir şekilde kendini nehrin yanında bir çıkıntıya gizledi ve yakasına yapışan yorgunluğun doktoru uykuya teslim etti bedenini. Güneş, tam tepeye gelip yüzüne vurunca uyandı. Susuzluktan dili damağı kurumuştu. Nehirden kana kana su içti, içeceği son su buymuş gibi. Başını kaldırdığında nehrin karşı tarafında kendisine bakan askerlerle göz göze geldi. Askerler, karşılarında bir av hayvanı varmış gibi hiç tereddütsüz Biga’ya ateş etmeye başladılar.
Biga, üzerine yağmur gibi yağan mermilerden korunmak için çıkıntıya iyice yerleşmeye çalıştıysa da kısmen başarılı oldu ve kalçasında bir sıcaklık his etti. Sonra sıcaklık yerini kor ateşe bırakıp bedenini yakmaya başladı. Üstüne mermi yağan Biga, burada durursa öleceğini anlayıp yuvarlandı ve kendini nehrin sularına bıraktı. Nehirde ne kadar sürüklendiğini ve nereye sürüklendiğini asla bilmedi Biga. Nehir’e atlarken yine taş kesilmişti. Nehir Biga’yı dışarı atınca güneş hükümdarlığını karanlıklara bırakmaya hazırlanıyordu. Sol kalçasını ve sağ kolunu his etmiyordu. Ayağa kalkmaya çalıştı ama olmadı. Sürüne sürüne nehirden çıkabildi ancak. Bir dal yardımıyla ayağa kalkarak ormanda yürüdü biraz. Zaman ve mekân kavramları Biga için hiçbir şey ifade etmiyordu şimdi. Biraz sonra bir tepenin ağzında bir mağaranın girişi gördü. Güneş batmadan mağaraya varmalıydı yoksa akan kanın kokusuna çakallar dadanacaktı. Düşe kalka acılar içinde mağaraya ulaştığına güneşin hükmü sonra ermişti.
Biga, gözlerini açmaya çalıştığında inanılmaz bir acı his etti. Gözleri tıpkı bir yanardağın yeni patlamış lavı gibi yanıyordu. Uykusuzluktan bitap düşmüş, kolunu artık hiç his etmiyordu. Kalçasından akan kanlar durmak bilmiyordu. Bir daha yumdu gözlerini. Tüm bu yaşananların bir kâbus olmasını dileyerek o yargılamayan dosta teslim etti bedenini, uykuya daldı. Bir saat kadar sonra yeniden uyandı. Kâbus falan değildi bu yaşananlar. Tüm ağrıları olduğu gibi yerindeydi. Kalçasındaki yaradan artık daha az kan akıyordu. Bir ara eliyle yoklamaya çalıştı kalçasını. Sırt üstü yattığı yerde kıvranarak elini kalçasına götürdü. Yara derindi. Kolundaki delik ise iltihap tutmuştu besbelli. Gözlerini mağaranın tavanına dikti ve annesini düşünmeye başladı. Şimdi burada olsaydı, yaralarını merhemler, bedeni taş gibi sert ve hareketsiz kesilince sırtını ovalar ve Biga’yı bağrına basarak onu iyi ederdi. Birkaç kalp atışı zaman sonra uyku gelip bedeninin üzerine sımsıcak bir battaniye gibi serildi. Uyursam geçecek, uyandığımda bitecek.