Pazartesi, Temmuz 7, 2025
Hikayemakale

Zaman ne zamandı?

Ne çok eskiydi zaman, ne de çok yeni. Bugün değildi bundan emindi adam ama yüz yıl önce de değildi. Ortalarda bir yerde, herhangi bir zaman dilimiydi. Yaşı kırkı henüz geçmiş olan adam kendini en az 100 yaşında his ediyordu. Kemiklerinin içindeki iliklerlede, saçlarının köklerinde ve dişlerinin derinlerinde bu yaşlılığı his ediyordu. Ne çok eskiydi zaman ne de çok yeni. Buna rağmen anımsayamıyordu adam eskiyi. Eski olduğu için artık yok muydu yani? Saat bir önceki dakikayı artık göstermiyor diye o dakika eskiyor ve böylece artık yok mu oluyordu? Oysa yokluk yoktu ki… Ne eskiydi zaman ne de yeni. Ortalarda bir yerdeydi ve adam eskiyi bir türlü his edemiyordu. Sahil boyu bir kaç metre aralıklarla bulunan bankların birinde oturuyordu şimdi. Ne martı vardı besleyecek, ne de dalga vardı izleyecek. Soğuk havayı ciğerlerine çekti ve eskiyi anımsamaya çalıştı. Olmadı, adam gözüne ufka dikip, kendini bir kere daha zorladı ama bir türlü eskiyi anımsayamadı. Tek his ettiği şey şu an ciğerine çektiği deniz havasıydı. Zaman ne çok eskiydi ne de şimdiydi.

Zaman şimdi miydi?

Güneş, karanlığı bir anda parçaladı. Öyle bir şiddetle parçaladı ki, adam ne ara ortalığın ağardığını anımsamadı. Çok az bir zaman sonra  güneşin yaydığı sıcaklık ile ısınmaya başladı. Sabaha karşı mı çıkmıştı sokağa yoksa dün gece mi? Diğer bir çok şey gibi bunuda anımsayamadı adam. Ne fark ederdi ki? Hatırlasa bile bunun hiç bir şeyi değiştirmeyeceğini anımsamak var olan soruyu bir anda yok ediyor muydu? Adam, bu soru ve cevap işini çok severdi. Ne zamandan beri sevdiğini anımsayamazdı ama kendini bildi bileli hem soruları sorardı hem de cevapları kendi verirdi ve adam bu çok severdi. Cevabını veremediği kaç soru olduğunu söyleyemezdi adam. Kendine sorduğu ilk soruları anımsamak için uğraştı güneş yüzünü iyice ısıtırken. Olmadı, adam o ilk soruları ve o ilk cevapları anımsayamadı. Son soru neydi peki? Adam bunu anımsadı işte.  Kasvetli evi terk edip deniz kenarına geldiği zaman ne zamandı? Soru buydu işte. O karanlıklar ülkesinin en karanık noktası olan evini terk ettiği zaman, zaman çok eski değildi…

Zaman yaşlı bir adamdı.

Adam, iyice yükselip dünyanın bu köşesini ısıtan güneşe daha fazla direnmedi ve kahve rengi paltosunu çıkarıp yanına, banka koydu. Demin başladığı soru ve cevap hummasına bir bir kere daha kapılacaktı ki, demin paltosunu koyduğu yerin bitişiğine çok yaşlı bir adam gelip oturdu. Adam, bu yaşlı adamın kaç yaşında olduğunu anımsayamadı. Yüz yaşında da olabilirdi yetmiş yaşındada. Adam, bunun kainatın koca döngüsü içerisinde hiç bir şeye tekabül etmediğini anımsadı. ‘İki oldu bugün’, diye geçirdi içinden. Yaşlı adamı fazla süzmüş olmalıydı ki, yaşlı adam yüzünü ona doğru çevirip ”Günaydın genç adam” dedi. Adam, ”Genç adam” kelimesine takıldı. En son ne zaman genç his etmişti kendini? Belki çok zaman önceydi belki de dün gece. Adam bunu da anımsayamadı. ”Size de günaydın” dedi ve gülümsedi. Gülümsemesinin sebebi ne incelik ne de nezaketten kaynaklanmıyordu. Bir kalp atışı zaman evvel, kendisini en son ne zaman genç his ettiği sorusunun, zamanın sonsuzluğu bağlamında hiç bir şey ifade etmediğini anımsadığı için gülümsemişti. Yaşlı adam denizi izliyor, arada bir şey diyecekmiş gibi oluyor sonra birden vazgeçiyordu. Adam, yaşlı adamın söyleyebileceği şeyi bir an için çok merak ettiysede, sonra bu merakını halının altına süpürdü. Çünkü yaşlı adam ne söylerse söylesin dünya var olduğu andan itibaren sarf edilen kelimelerin içinde hiç bir şeye tekabul etmeyecekti.  Yaşlı adam aniden ayağa kalktı, bastonunu bir elinden diğerine geçirdi ve hafifçe eğilerek ”Fazla düşünme genç adam, fazla düşünmek insanı fena yorar”, dedi ve bastonuna dayanarak yavaş yavaş yol aldı. Adam, yaşlı adamın söylediklerini dinlerken denize bakıyordu. Ne kadar zaman sonra dönüp yaşlı adamın gidişini izlediğini anımsayamadı. Yaşlı adam tıpkı zaman gibiydi, çok eskiydi ama hala yol alıyordu. Yaşlı adam iyice kalabalıklaşmaya başlayan sahil yolundan şehrin şamatasına karışırken zaman ne çok eskiydi ne de çok yeni…

Zaman genç bir kadındı.

Adam, çok düşünüp düşünmediğini düşündü. Bu soruya verecek bir cevap olup olmadığını çok merak etti. Kime göre çok düşünüyordu? Bunu ölçen bir metre, kantar veya alet var mıydı? Varsa nerede, kimdeydi? Adam böyle bir ölçerin olmadığını anımsadı. Bugün ilk kez bir şeyi anımsadığını anımsadı ve böylece iki şeyi anımsadı. Düşünmeden nasıl sorularına cevap bulacaktı peki? Şimdi oldu işte, çok zor bir soruydu bu ve adam, bu soruyu en büyük sorulardan biri olarak kabul ediyordu. Sorunun cevabını vereli ne kadar zaman olmuştu anımsayamadı. Banka koyduğu paltosunu alarak ayağa kalktı. Çok acıkmış olduğunu anımsadı ve sahilin az berisinde bulunan ahşap büfeye doğru yürüdü. Elini beyaz pantolununun cebine atarak bir çay ve bir simit için yetecek kadar para çıkardı. Büfenin denize bakan tarafındaki küçük masalardan birine oturdu. Siparişini almaya gelen kadının kaç yaşında olduğunu anımsayamadı. 18 yaşında da olabilirdi, 28 de. Genç kadın ”Günaydın, ne alırdınız?”, diye sordu. Adam kadının keskin yüz hatları ve simsiyah saçlarının ne zaman yaratıldığını merak etti. Çok ama çok eskiden, daha kainat bile yaratılmadan evvel mi yaratılmıştı? Yoksa sadece 30 sene evvel mi? Adam bunu da anımsayamadı. Adam, iliklerinin derinliklerine, var olan her bir hücresinin çekirdeğine kadar bu sorunun büyüklüğü karşısında irkildi. En son ne zaman böyle irkildiğini anımsayamadı adam. Çok zaman öncede olabilirdi,, bir hafta öncede. Zaman tıpkı bu genç kadın gibiydi. Ne çok eskiydi ne de çok yeni. Ortalarda bir yerde de diyemezdi hani, çünlü evvelini bilmediğinin ortasını nasıl anımsasındı? Adam, genç kadının yüzüne bir kere daha baktı ve bir kere daha zamanın ne çok yeni ne de çok eski olduğunu anımsadı. Zaman genç bir kadındı…

Zaman çok gençti, bir çocuk kadar.

Adam, kahvaltısını bitirip büfeden ayrılırken, genç kadının mesai arkadaşları ile beraber kendisi hakkında konuştuklarını ve gülüştüklerini biliyordu. ‘Kaçık sanıyorlar beni’, diye düşündü ve bunun bugüne kadar yaşamış, ölmüş, ve hayatta olan insanların aynı şeyi ne kadar çok yaptıklarını anımsayınca bu gülüşmelerin bu minvalde hiç bir şey ifade etmediğini anımsadı.  Adam, birden sahil yolunun pek çok insan tarafından daha çok işgal edildiğini gördü. Ne zamandan beri tüm insanlar güneşin doğmasıyla yaşadıkları yerden dışarı çıkıp, kazanç elde edip bu kazancı yemek için harcadıklarını kendisine sorduğunu anımsadı. Bu soruya verdiği cevap bulanık bir cevaptı. İnsan var olduğu andan itibaren de olabilirdi, on iki bin yıl evvel de olabilirdi. Bunun zamanı her halükarda eskiydi işte. Eskiydi ama hangi zamana göre eskiydi? İşte orasını anımsayamadı adam ve iyice kalabalıklaşan sahil yolundan ayrılıp bir ara sokağa girdi. Bu sokakta yaşayan insanların kaçının engelli, noksan, kilolu, zayıf, zengin, yanlız, mutlu veya mutsuz olduğunu sordu kendine. Böyle bir muhasabeyi yapacak ne bir makina vardı, ne de insan tutumu bir çetele. Bu minvalde bu soruyu cevapsız bırakmak en makul olanıydı ve adam öyle yaptı. Sokağın sonundaki derme çatma eski binanın önünden geçerken binanın ikinci katının balkonundan bir çocuk sesi geldi. Adam kafasını yukarı kaldırıp bakınca, çiçek saksıları arasında neredeyse görünmeyen bir kız çocuğu fısıltıya yakın bir sesle ”Amcaaaaaa, nereye gidiyorsuuuuun?” diye sordu. Adam, kızın kaç yaşında olduğunu anımsayamadı. Beş yaşında da olabilirdi, sekiz yaşında da olabilirdi. Çocuğun fırıl fırıl dönen gözleri hem merak, hem zeka hemde yaşama sevinci barındırıyordu. Tıpkı zamanın şimdi olduğu zaman gibi. Zaman şimdi, tıpkı bu küçük çocuk kadar gençti ve adam, çocuğun sorusunu yanıtsız bırakarak sokaktan çıktı. Sokaktan çıktığında zaman ne çok eskiydi ne de çok yeni.

Ölüm gerçek, zaman ise yalandı.

Adam, karmakarışık evlerin bulunduğu mahellesine girerken zamanın ne zaman olduğunu anımsayamadı. Öğlende olabilirdi, ikindi de. Bu soruyuda cevapsız bırakarak karma karışık, düzensiz, derme çatma, ne fakir ne de zengin olan kendi sokağana vardı. Bir kaç kadın, fakir görünen bir evin eşiğinde oturmuş, sonbahar güneşinin altında dedikodu yapıyordu. Adam, bu kadınların tam olarak neden dedikodu yaptıklarını anımsayamadı. İnsan oğlunun yaratıldığı andan itibaren neden dedikodu denen müesseye ihtiyaç duyduğunu da anımsayamadı. Milyarlarca senedir süregelen evrenin ebedi döngüsü içerisinde dedikodu makinesinin, başkasının hayatının ayrıntılarını konuşmanın, kötülüğünü istemenin kocaman bir hiç hükmünde olduğuna kanaat getirerek, dedikoducu kadınları hızlıca geçti. Üç katlı, beyaz badanalı ve çirkin balkonlu binanın kapısından içeri girerken neden eve geldiğini anımsayamadı adam. En son ne zaman evde olduğunu, evdeyken yaptığı herhangi bir şeyin bir anlam ifade edip etmediğini, bu yaptıklarının zaruri ihtiyaçlardan mı, yoksa sıradan alışkanlıklardan mı kaynakladığının sorususu şimşek gibi çaktı beyninde. Binanın son katına, kendi dairesine girdiğinde burnuna keskin bir koku geldi. Adam, bu kokunun kötü bir koku olduğunu anımsadı ama ne kokusu olduğunu anımsayamadı. Güneş, mutfak penceresinden içeri usulca girip ortalığı hafif aydınlatıyordu ama adam kainattaki tüm yıldızların, tüm ışıklarının, aynı anda tüm şiddetleriyle vursa bile bu evin karanlığını aydınlatamayacağını kahrolarak anımsadı. Bu sabah, hayır dün gece, hayır, lanet olsun her ne zaman idiyse artık bu evden son çıktığında bir daha dönmeyi düşünmemişti. Kaçıncı kez gelmemek için gitmişti? On, on beş? Adam, bunu anımsayamadı. Oturma odasına gelip kanepeye yavaşça oturdu. Kahve rengi paltosunu bir kenara fırlattı ve karşı duvarda asılı olan resime dikdi gözlerini. Duvarda hatırı sayılır derecede büyükçe bir yer kaplayan resimde ne kadar da mutluydu oysa. Bodur bir elma ağacının altında bağdaş kurarak oturmuş, bir elinde elma diğer elini hemen yanı başında dizleri üstünde oturan karısının omuzuna atmıştı. Karısı resmin çekileceğinden habersiz kocasınının yüzüne bakıyor ve elinden elmayı almaya çalışıyordu. Siyah beyaz resim o kadar çok mutluluk barındırıyordu ki adam milyarlaca renk sayabilirdi. Ne zaman ölmüştü Selma? Adam bu soruyu ilk kez sorduğunu anımsadı ve soru kızgın ateşte saatlerce bekletilerek kaynama derecesine gelmiş bir çelik hançer gibi kalbine saplandı. Adam fiziksel olarak his ettiği bu kalp acısı karşısında nefes alıp verme yetisini kaybetti. Sağ omuzunun üstüne düşerken zaman ne çok eskiydi nede çok yeni…

Zaman bir soruydu…

Adam, uyandığında zamanın ne zaman olduğunu anımsayamadı. Hayatından, zamanı ölçtüğü iddia edilen saati çıkaralı ne kadar zaman olmuştu bilmiyordu. Bunun herhangi bir önemi de yoktu çünkü gideceği bir işi yoktu, binmesi gereken bir otobüs ve ya tren de yoktu. Selma öldüğü andan itibaren ailesinden kendisine kalan evi satarak hatırı sayılır bir para eline geçince, kendini bu daireye kapatmıştı. Günlerin adlarını, ve yılın aylarının ismi yazılı olan takvim adına ne varsa saatlerle beraber toplayıp bir kutuya koymuş ve kutuyu götürüp uçurumdan aşağı, denize atmıştı. Zamana karşı takıntısı çocukluğundan beri vardı ancak gerçekte zamanın çetelesini Selma ile ilk kez göz göze geldiği zamanı baz alarak tutmuştu. Zamanın şimdi ki bölümünde Selma yoktu ve zaman böylece tüm değerini kaybediyordu. Madem zaman çok katıydı, çok sinsi ve inatçıydı o zaman ona hak ettiği şekilde davranmak icap ederdi. Madem zaman sadece bir yönde ilerliyordu, o zaman zamanın o yönde ilerlediğinin tüm göstergelerini uçurumdan aşağı atmak icap ederdi. Madem zaman kendisinde geriye doğru gidip yanlış alınan tüm kararları düzeltmeye, vakitsiz ölen tüm ölüleri diriltmeye müsaade etmiyordu, o zaman zamanın bu ketumluğunun ıspatı olan saat ve takvimden kurtulmak illaki icap ederdi. Zaman tüm dertlerin bir numaraları sorumlusuydu, zira eğer zaman olmasaydı var olan cümle eşya olduğu gibi durur, asla eskimezdi. Şayet zaman sabit kalsaydı hata yapma şansı da olmayacaktı insanın. Adam, birden bire fena yanıldığını anımsayınca, kahve rengi paltosunu kaptığı gibi karanlıklar ülkesi evinden çıktığında zaman ne eskiydi ne de yeni.

Adam, ara sokakları çabuk, büyük bulvarları daha çabuk geçti. Bir an önce denize kavuşması gerektiğini anımsadı. Denize kavuşmazsa nefes alacakmış gibi his ediyordu. Birazdan koşmaya başladı. Koşarken ağırlık yapan paltosunu vızır vızır geçen ve durmadan korna çalan, içinde bir zaman dilimine yetişmeye çalışan insanların olduğu arabaların birinin camına fırlatarak koşmaya devam etti. Biraz sonra denize kavuşmazsa nefes alabilecek ve ölmeyecekti. Adam, yaşam ile ölüm arasındaki anlık boşluğun boşluğa gelmeyeceğini anımsadı. Son sokağı koşarken ikinci kattaki kız çocuğu, zamanın şimdiki bölümünde binanın girişindeki kaldırımdaydı. Koşan adamı görünce arkadaşlarıyla oynadığı oyunu bırakıp adama ”Güle güle amcaaaa” dedi. Adam küçük kızın zamanın şimdiki anının bir tezahürü olduğunu iliklerine kadar anımsadı ve koşusuna devam ederek sahil yoluna vardı. Durursa nefes alacak, hayatta kalacaktı.

Adam sahil yolunda koşmaya devam ederken ahşaptan yapılan bir büfenin önünden geçti. Müştelerin önünden çay boşlarını almakta olan keskin yüz hatlarına sahip garson kız ile göz göze geldiğinde zamanın ne zaman olduğunu anımsamadı. Garson kız adama daha önce olduğu gibi şaşkın şaşkın bakarak başını iki yana salladı. Adam kadının başını iki yana salladığını zamanın hangi bölümünde gördüğünü çok net anımsadı ve bu zaman dilimi gençti. Büfeyi geçtiği gibi sıra sıra dizilmiş banklardan birine ilişti gözü. Bankta oturan yaşlı adam zamanın geldiğini biliyorcasına arkasını döndü ve elindeki bastonu kafasına yavaşça iki kere vurdu. Adam, çok eski olan zamanın şimdiki anında kafasındakilerin vurulması gereken hedefler olduğunu anımsadı. Yaşlı adam bastonuyla ”Fazla düşünme” demek istediğinde zaman sanki çok eskiydi.

Adam, koşarak geçen zamanı anımsayamadı ama mesafenin uzunluğunu dizlerinin dermanı kalmadığından anımsadı. Sahil yolunun bittiği yerde başlayan tepenin adı aşıklar tepesiydi. Tepenin tam üstünde bulunan düzlükte genç aşıklar meşk ettiğinden dolayı ismi böyleydi. Adam, çocukken, yani zamanın başlangıcından önce bunun gerçek olmadığını duymuştu. Birisi, zamanın çok eski olduğu zamanlardan birinde, sevdiği adama kavuşamayan bir kadının bu tependen denize atlayarak kendi zamanını bitirdiğini anlatmıştı. Adam bunu anımsayınca koşmasına devam etti. Tepenin sonuna gelmezse hayatta kalacaktı ve zaman bu zaman yarışını kazanacaktı. Koştu, koştu ve tepenin tam tepesine gelip durdu. Zamanın ne zaman olduğunu güneşin en tepede olduğundan anımsadı. Tepenin denize bakan tarafının en sonundaki aşınmış beyaz taşın üstüne gelip, gözünü ufka dikti. Zamanın mı, kendisinin mi kazanacağını zamanın tam da şimdiki dilimi belirleyecekti. Adam savaştığı düşmanın zaman olduğunu biliyordu ama galipte gelse, mağlupta olsa buna karar veren hakimin yine zaman olması bardağı taşıran son damla oldu. Adam kendini beyaz taştan denize bıraktığında zaman ne eskiydi ne de yeni…

Paylaş

zulfuemek

Sonsuz döngüye kapılan herhangi biryim ben.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir